Sosyalist İktisatçı Korkut Boratav: Çin’de Kolektif Mülkiyet İlişkileri Hakim Konumda
Çin’de Devlet İktidarı Leninist Bir Partinin Elinde
Kemal Okur, 29 Kasım 2024

İstanbul’da Teori ve Politika Dergisi tarafından düzenlenen Çin ve Marksizm Uluslararası Sempozyum’da açılış konuşmasını yapan sosyalist iktisatçı ve Haber Sol yazarı Korkut Boratav konuşmasında şu ifadelere yer verdi: “Çin nasıl bir toplumdur?” diye sorarken önce üretim ilişkilerine bakmamız lazım…..Çin’de kapitalist ilişkilerin egemen üretim ilişkisi olup olmadığını ayrıca sorgulamak lazım. Çünkü bu yapının çevresinde önemli ölçüde kamusal mülkiyet biçimlerinin de Çin’deki sosyalist devrimin kalıcı birikimlerinin sonucu olarak var olduğunu biliyoruz. Şimdi bu kalıcı birikimleri saymayayım, bunun ayrıntılarını bu toplantıda yer alan herkes biliyor. Temel sanayinin, stratejik sanayi kollarının, bankacılığın önemli bir bölümünün, toprak mülkiyetinin (toprağın kullanım hakkının değil, çıplak toprak mülkiyetinin) kolektif mülkiyet ilişkileri içinde olduğunu biliyoruz.
Ne söylemiş Marx? Bir toplum bir yandan temel üretim ilişkileri ve onun üzerinde oluşan üstyapı kurumlarıyla tanımlanabilir. Marx aynı yazısında, bu iki ilişki kümesinin içinde, belirleyici etmenin üretim ilişkileri olduğunu ileri sürer. Lafı uzatmayayım. Şunu değerlendirmek zorundayız. “Çin nasıl bir toplumdur?” diye sorarken önce üretim ilişkilerine bakmamız lazım.
Marx daha sonra Kapital’in üçüncü cildinde üretim ilişkilerini şöyle tanımlıyor: Dolaysız üreticilerin ödenmemiş artı ürünlerine el koymanın özel ekonomik biçimi. Marx’ın burada vurguladığı şey üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve dolayısıyla sömürü biçimleridir.
Çin toplumu bize ne söylüyor? Oradaki farklı mülkiyet biçimlerine bakıp bunlar içinde en önemli olanı teşhis edeceğiz….. Çin’de temel sanayinin, stratejik sanayi kollarının, bankacılığın önemli bir bölümünün, toprak mülkiyetinin (toprağın kullanım hakkının değil, çıplak toprak mülkiyetinin) kolektif mülkiyet iliş-kileri içinde olduğunu biliyoruz.
Peki, üstyapı için ne söylenebilir? Üstyapıyı, yani kısacası devleti −ideolojik ve kültürel üstyapı unsurlarını burada tartışamayız− kim yönetiyor? Çin Komünist Partisi.
Problem şudur: Çin Komünist Partisi nasıl bir parti? Elbette bir şekilde geçmiş reel sosyalist deneyimlerde de görülen türden bir partidir. Çin Komünist Partisi Leninist anlayışı (modeli Ed.) savunmuştur. Yani bu parti devrimci teorinin ana unsurlarını özümseyen ve programında uygulayan, işçi sınıfını temsil etme iddiasında olan öncü bir partidir.
Peki işçi sınıfını temsil ediyor mu? Burada ayrıntılarıyla tartışamayız. Ama tartışmak isteyen arkadaşlarımızın, bu sorunun tüm reel sosyalizm deneyimlerinin tarihi süreci için de geçerli olduğunu algılamaları lazım. Yani bu Leninist parti modeli, şu anda büyük bir çoğunluğuyla tarihe karışmış olan reel sosyalizmlerin de bize taşıdığı modeldir. Örneğin, uzun yıllar boyunca iktidarda olan Sovyetler Birliği Komünist Partisi işçi sınıfını temsil eden bir parti miydi?
ÇKP’nin en azından programında Marksizm ve Leninizmin hâlâ ön planda yer aldığını, bundan beş yıl önce Marx’ın iki yüzüncü doğum yıldönümünü ÇKP’nin yoğun bir kampanya ile andığını; bütün bir yıl boyunca Marx’ın ve Leninizmin bütün temel eserlerinin Çin’de tekrar yaygınlaştığını; Marx’ın ve Leninizmin bütün temel eserlerinin parti örgütü içinde, gençler, üniversite öğrencileri içinde yaygın bir şekilde yeniden edinildiğini ve tartışıldığını; zaman zaman iktidarı da zorlayan tepkiler ve önermelerle de bütünleştiğini hatırlatayım. Bu ideolojik dinamizmin Çin toplumunun geleceğine ilişkin kuşkulu ve olumsuz öngörüleri gidermeye katkı yapacağını da söyleyebilirim.
Boratav diğer bir soruyu sordu: “Çin’de üretim ilişkilerinde en yaygın olan kapitalist ilişkiler ile bu ilişkileri temsil eden sınıflar ile devlet özdeş midir?” Boratav bu soruya hayır diye yanıt veriyor: “Çin’de burjuva sınıfı devleti ele geçirmiş midir? Bu toplantıda soruyu “kuşkusuz evet ele geçirmiştir” diye yanıtlayacak kişilerin olduğunu zannetmiyorum…… bu sempozyuma Çin’den gelen katılımcıların bildiği bir olgu bu. Çin Komünist Partisi, devleti yöneten parti olarak, özellikle son 12 yıldır, 2012 yılındaki 18. Kongreden sonra, Parti’nin toplum üzerindeki hegemonyasının (ÇKP’nin önderliğini kastediyor), Çin’in geçmiş sosyalist birikimlerini korumanın bir güvencesi olduğunu vurgulamıştır. Ve Çin Komünist Partisi sermayenin iktidara (devlete) el koyma seçeneğini önleyici bir dizi önlem almıştır. Çünkü sermaye, doğası gereği, iktidarı fethetme çabası içerisinde olacaktır. Ben de kendi imkânlarımla izleyebildiğim bilgilerden gördüm ki, sermaye, Çin’de iktidarı fethetme çabası içerisindedir.
Son iki yıldan beri Çin’de, teknoloji, bilgi ve iletişim sektörlerine hâkim olan büyük özel şirketlerin ÇKP ile, yani iktidar ile aralarındaki gerilimin arka plandaki temel etkenlerinden birinin bu özel şirketlerin iktidara aday olma, nüfuz etme ve hatta devlete hükmetme çabalarını önleme mücadelesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu konuya en azından bir bilgi ile değinip geçeyim. ÇKP’nin İngilizce olarak yayınlanan organlarından birinin editörü açıkça şunu ifade etti: “Sermaye, Çin’de üretecek ve Çin ekonomisine katkı yapan dinamik bir unsur olmaya devam edecektir. Ama iktidara el koyamaz, iktidar (devlet işleri) onun işi değildir” dedi. Bu uyarı niye yapıldı? Çünkü iktidara el koymaya ilişkin belirtiler ve hamleler fazlasıyla ortaya çıkmıştı. Batılı büyük burjuva basını, medya organları ve keza iktidar çevreleri özel sermaye üzerindeki baskıları endişe ile karşıladılar. Batılı büyük burjuva basını, ÇKP’nin bu sektörlerdeki denetim önlemlerinin yoğunlaşmasına, yaygınlaşmasına, ekonomik özgürlüklere müdahale vs. gibi gerekçelerle eleştirerek, karşı çıktılar……. Biraz önce söylediğim soruyu nasıl yanıtlıyorum? İktidar şu anda burjuvazinin elinde değildir. Burjuvazinin iktidara el koyma çabaları vardır ve önlenmektedir…. Acaba Çin toplumu, daha ileride devlet iktidarının sermaye tarafından fethedilmesine teslim olacak mı?…….. Çin’de yaygın olan üretim ilişkilerinin egemenliğini önleyen başka ilişkiler de var: Kamu mülkiyeti var, onu hâlâ temsil eden kamu mülkiyetindeki stratejik işletmeler var, Merkez Bankası var −ki bu bankanın rezervleri devlete aittir. Çin toplumunun, Çin ekonomisinin astronomik, trilyon dolarları aşan rezervleri henüz iktidarın elindedir. Yani siyasi iktidarın ve onu temsil eden organların elindedir. Daha da önemlisi, iktidarın ÇKP’nin elinden alınıp fethedilmesi ancak bir mücadele sonunda gerçekleşebilir”.
Çin’de komünizme açılan yeni bir sosyal devrim olanaklı
Bu mücadele hâlâ sürüyor. Sonuç belli değil; ilerisi ne olur bilemeyiz. Ama biraz önce aktardığım Marx’ın ünlü önermesinin devamını da hatırlatayım: “Gelişmelerinin belli bir safhasında üretici güçler mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların başka türlü bir ifadesi olan mülkiyet ilişkileriyle çatışırlar. Bu ilişkiler üretim güçlerinin gelişme şekillerini köstekleyen birer zincir oldukları zaman bir sosyal ihtilal dönemi başlar.” Bu, Çin için de geçerlidir. Çin’de üretim güçlerinin gelişkinlik temposunun mevcut kapitalist üretim ilişkilerinin çerçevesini zorladığı bir tarihi dönemeçte komünizme açılan yeni bir sosyal devrim aşamasının başlayacağını, en azından teorik bir öngörü olarak düşünebiliriz.
Üretim güçlerini hızla geliştiren bir politikanın bugünkü Çin iktidarının temel amaçlarından biri olduğunu biliyoruz. Nitekim o yüzden uluslararası teknoloji yarışında Çin pek çok konuda en önde gelen saflarda yer almaktadır. Çin’in şu andaki ekonomik yapısı bu hızlı gelişmeye imkân vermektedir. Ama belli bir gelişim aşamasına geldikten sonra mevcut üretim ilişkileri engel olursa… Devlet mülkiyetinin ve kamu mülkiyetinin üretici güçlerin hızlı engel olmadığını biliyoruz. Temel engel üretim araçlarında kapitalist mülkiyetin kalıntıları olabilir. Şu anda piyasa ilişkileri denen esnekliğin kapitalist mülkiyetin kalıntıları engelini yumuşattığını gözlüyoruz; ama nereye kadar, yumuşatabilir? Dolayısıyla temel mesele henüz sonuçlanmamıştır ama sonuçlanması gündemdedir.
ÇİN EMPERYALİST Mİ?
Boratav soruyor: Üretim ilişkilerinde kapitalizm çok yaygınsa emperyalist ilişkilerin filizlenmesi söz konusu değil midir? Eğer mekanik bir iktisat bakışla yetinirseniz, bu soruya evet cevabı verilebilir… Kapitalizmin hem dinamik unsurları hem de parazit unsurları böyledir, dış dünyaya taşmaya çalışır….. Türkiye gibi …bir kapitalist ülkede bile kapitalist sınıfın ve onun türevi olan rantiyelerin, paradan para kazanma tutkusu içinde olan katmanların ülke dışına sermaye taşırdığını biliyoruz. Elbette Çin’de de bu eğilim vardır.
… Fakat kapitalizmle bağlantılı emperyalizm söz konusu olduğunda devlet aygıtının niteliğini unutmayalım. Çin Halk Cumhuriyeti emperyalist bir devlet midir? Hayır… Çünkü Çin devleti henüz sermaye tarafından fethedilmediği için… Tereddüt varsa Çin’i bugünkü ABD ile karşılaştırın: Çok geçmişe de gitmeyelim, sadece 20. yüzyılın bilançosuna bakalım. Bugüne de getirelim, bugünlerde İsrail’in Gazze’de döktüğü kanın arkasında elbette Amerika’nın olduğu teşhisini bu salondaki herkes yapacaktır. Bu emperyalist sistem 20. yüzyılın başından bugüne kadar kaç milyon insanın kanını dökmüştür? Batı ve Amerikan emperyalizminin Afganistan’dan başlayarak Irak’a, Irak’tan Suriye’ye ve Libya’ya taştığını ve Avrupa’da Yugoslavya sosyalizminin son kalıntılarını kan dökerek yok ettiklerini unutmayalım.
Bir de Çin devletine bakalım: Çin toplumu emperyalist bir toplum olarak teşhis edilebilir mi? İnsaf ediniz… Mümkün olabilir mi? Çin dış politikasının kendine özgü bir söylemi vardır. Kaynağında Bandung’da oluşan Bağlantısızlar Bloğunun ana söylemi bulunur. Bu söylemin Çin’in dış politikasına taşıdığı iki unsur vardır. Birincisi, “diğer ülkelerin iç işlerine karışmamak” Çin dış siyasetinin temel önermelerinden biridir. İkincisi; Çin dış siyasetinin temel önermesi “hegemonya peşinde koşmamak”. Çin kendi dış siyasetini sürekli olarak bu ilkeler etrafında inşa etmiştir….. Yakınlarda ÇKP Genel Sekreteri Xi Jinping üç uluslararası kampanya başlattı: Küresel Kalkınma İnisiyatifi, Küresel Güvenlik İnisiyatifi ve Küresel Uygarlık İnisiyatifi. Bunları, bir anlamda Ortak Geleceği Paylaşan Küresel Topluluk diye bir bildirge ile tamamladı….. Bu bildirgede “Tarih boyunca ülkeler arası egemen eğilim karşılıklı bağımlılık ilişkileri olmuştur.” Bu ifadeyi soyut olarak alırsanız, elbette sorgulayabilirsiniz.
Oysa burada Xi Jinping 21. yüzyılın ilk çeyreğinde büyük çoğunluğu kapitalist ilişkiler içinde yaşayan ülkelerdeki iktidarlara dönük bir diplomatik kampanya yapmaktadır. Bu büyük topluluğun dünya ezilenlerinin toplandığı bölümlerine hitap eden diplomatik bir belgedir; bir Komünist partisi belgesi değildir. Xi Jinping’in diplomatik açıklamaları Bandung geleneğini sürdüren şu söylemi içeriyor: Bugünkü dünya ülkeler arasında var olan geçmiş dönemlerdeki karşılıklı bağlantıları tahrip eden bir yığın müdahaleden ötürü tedirgindir ve rahatsızdır. Nedir bunlar? Güçlülerin hegemonya arayışıdır. Güçlülerin zayıfları talan etmesidir. Güçlülerin uluslararası siyasal ilişkilere orman kanunu getirmesidir. Ekonomik ilişkilerde tekelci avantajlar sağlamalarıdır. Güçlülerin kendi değerlerini bu değerlerin evrensel oldukları iddiasıyla başka ülkelere dayatmasıdır.
İşte şimdi serinkanlılıkla düşünelim. Bu ifadeler Marx’ın, Lenin’in, Mao’nun dünyaya bakışındaki devrimci unsurlarını mı içeriyor? Yoksa bugün Küresel Güney diye sözü edilen, Latin Amerika’nın, Asya’nın tümünün, Filistin halkının, Türkiye’nin de dahil olduğu Ortadoğu’nun, yani dünya çoğunluğunun ortak sancılarını mı yansıtıyor? Çin Halk Cumhuriyeti, emperyalizmin günahlarına katılmamış, tam aksine geçmişte emperyalist boyunduruk ve aşağılamanın acısını yaşamış güçlü bir devlet olarak bugünkü uluslararası düzeni eleştirirken Marksizm-Leninizmin devrimci söyleminin diplomatik bir dille ifadesine başvurmaktadır. Bu açıklamaların içeriğini eleştirmekte biraz ihtiyatlı davranalım diyorum.
ÇKP ve ÇİN’DE MİLLİYETÇİ BİR SAPMA VAR MI?
Dünya sosyalist geleneğinin bazı akımlarında Çin’e dönük bir eleştiri var: Bu eleştiriye güç veren bir unsura da referans vereyim: ÇKP’nin bugünkü Genel Sekreteri Xi Jinping “Çin halkının en büyük özlemi zindeleşme olmuştur” ifadesini ÇKP söylemine katmıştır. Çin’in zindeleşmesi veya yeniden gençleşmesi… Xi Jinping bu özlemin nereden kaynaklandığını da açıkça vurguluyor. Büyük bir geçmiş tarihe sahip olan Çin, tarihinin ileri aşamalarında, özellikle 19. yüzyıl boyunca, dıştan gelen saldırılar sonucunda zayıflamış, çaresiz ve aciz kalmıştır. Bu yıkıntı Çin toplumunu öyle bir noktaya getirmiştir ki 20. yüzyılın başlarında bir tarihte, ÇKP bu büyük yıkımın üstesinden gelme görevini de üstlenmiştir. ÇKP’nin bugünkü programında da bu hedef şöyle ifade ediliyor: “ÇKP en üst ülkü ve en üst hedef olarak komünizmi belirlemiş ve ulusal zindeleşmeyi tarihsel misyon olarak üstlenmiştir.”
Burada, ÇKP 20. yüzyılın başlarında emperyalizmin yarattığı enkazın üzerinde derlenip toparlanmaya çalışan bir Asya toplumundan bahsediyor. Bir Asya toplumu olarak Çin bu yıkımın sonucu olarak hem komünizmi hem de ulusal zindeleşmeyi bir tarihsel hedef olarak oluşturan bileşke yaratmıştır.
VİETNAM LİDERİ HO Şİ MİNH’İN VASİYETİ
Şimdi ben size bu bileşkeyi daha rahatça algılayabilmeniz için bir başka örnek vereceğim. Bu örnek Asya’da emperyalizmle savaşan bir başka devrimciye aittir: Ho Chi Minh. 10 Mayıs 1969’da Vietnam halkına vasiyetini yazıyor. Vasiyetinde şunları söylüyor: “Bu sene yetmiş dokuz yaşındayım. Daha ne kadar yaşayacağımı öngöremem; daha ne kadar uzun bir süre devrime, anavatanıma ve halkıma hizmet edeceğimi bilemiyorum. O yüzden yakın bir gelecekte muhterem Karl Marx, Lenin ve diğer devrimci büyüklerim ile buluşacağım âna kadar bu birkaç satırı size iletmek istiyorum.”
Mesajın devamı var; ona girmeyeceğim. Sadece bir vurgulama yapacağım: Bu salonda beni dinleyen, Marx’ın düşüncesini benimseyen konuşmacılar, devrimci teoriyi devralan genç ve orta yaşlı arkadaşlarım, Ho Şi Min’in vasiyetinin diyalektik materyalizme uygunluğunu tartışacaklar mı? Yoksa onu, büyük bir devrimcinin kendi halk kültürünün ana unsurlarını özümleyerek emperyalizme karşı savaşmakta olan Vietnam halkına verdiği doğal bir mesaj olarak mı görecekler?
Bu konuda toplantıya Çin’den katılanları da gözeterek sözlerime son vereyim. Türkiye’nin büyük devrimci bir şairi, uzun bir şiirinin bir bölümünde şöyle yazıyor:
“Yarısı burdaysa kalbimin
yarısı Çin’dedir, doktor.
Sarınehre doğru akan
ordunun içindedir.
Sonra, her şafak vakti, doktor,
her şafak vakti kalbim
Yunanistan’da kurşuna diziliyor.”
Türkiye’nin tarihsel mirasını Kuvayı Milliye ve Şeyh Bedrettin destanları ile dile getiren devrimci şair, Bursa Cezaevi’nde kalbinin sesini “başka illerde” duymaktadır. Sene 1948’dir. Kalbinin bir yarısı, Çin devrimini iktidara taşımak üzere Sarı Nehir’den akan ordunun içindedir; diğer yarısı ise Yunanistan’da kurşuna dizilen devrimci komünistlerle beraberdir.
Bu enternasyonalist duyarlılıkları içeren mısraları hatırlatmak istedim. Bugünkü Çin’i de benzer duyarlılıklar içinde izlemeye, öğrenmeye, değerlendirmeye katkı yapacağı beklentisiyle konuşmama son vereyim. Beni izleyenleri ve toplantının katılımcılarını saygı ve sevgiyle selamlarım.
