Alman Demokratik Sosyalistleri Zor Soruya Cevap Vermeye Çalışıyor:

Çin Konusunda Kendimizi Nasıl Konumlandırmalıyız?

Alman Demokratik Sosyalistleri: Çin Dahil Dünyada Otoriter Kapitalizm Gelişiyor

Çeviren: Ali Elik

Almanya’daki Sol Parti’nin demokratik sosyalist liderleri Daniel Fuchs, Ingar Solty ve Jan Turowski Çin’e karşı tutumu tartışıyor… 

Aralık 2020

Avrupa Sol Partisi’nin Teorisyenleri: Marx, Luxemburg, Poulantzas

Çin ile ilişkiler konusundaki tartışmada, solda uzlaşmaz görünen iki pozisyon var.

Biri “Çine özgü bir sosyalizm”, diğeri ise otoriter bir devlet kapitalizmi görüyor.

Çin modeline ilişkin daha farklı bir bakış açısı nasıl kazanılabilir?

Çin’e sol bir perspektiften bakmayı bu kadar acil kılan nedir?

INGAR: Bana göre bunun üç temel nedeni var: Birincisi, Çin giderek artan bir şekilde Batı’nın saldırganlığının odağı haline geliyor.

Aslında ABD ve Çin arasındaki çatışma 21. yüzyılı şekillendirecek ve şimdiden şekillendiriyor.

İkincisi, saldırılar özellikle devlet müdahaleciliğinin belirli bir biçimini hedef alıyor.

Çin’in ekonomi politikası ABD ve AB tarafından “yasadışı devlet sübvansiyonları” ve “sistemik bir rakip” olarak damgalanmaktadır.

 Üçüncüsü: AB yaklaşan iklim felaketine karşı mücadelede öncelikle “teknolojik iyimserliğe” ve neoliberal piyasa çözümlerine güvenirken, Batıda solcu orta sınıflar arasında bile Çin ekoloji konusunda birçok açıdan Batı’dan üstün görülüyor.

Çin’in yüksek hızlı trenler, e-mobilite (özellikle yerel toplu taşımada) ya da yenilenebilir enerjiler alanında öncü rol oynamasının, “eko-medeniyete” doğru oldukça çelişkili bir yol izlemesinin ön koşulu, muazzam devlet kaynaklarının kullanılmasıdır.

Batı bu nedenle bir yol ayrımında.

Batı, Çin’in izlediği yolla savaşmak mı yoksa onu taklit etmek mi istediğini düşünmeli.

Uluslararası sistemde bir güç olarak Çin ile karşı karşıya gelmek, en azından solun her yerde mevcut olan demokrasi krizi, sosyal kriz ve iklim krizinden çıkış yolları araması açısından çok önemli bir stratejik öneme sahiptir.

JAN: Tamamen katılıyorum: solun Çin ile ilişkisini kesinlikle netleştirmesi gerekiyor.

Çin son yıllarda küresel ekonominin merkezine yerleşti.

Dolayısıyla şu anda tarihsel bir altüst oluş durumundayız.

Kapitalist dünya sisteminin tek tek münferit bölgeleri arasındaki mekânsal hiyerarşiler ve bağımlılık ilişkileri, dolayısıyla da güç kaynakları temelden yeniden düzenlenmektedir.

Elbette bu son derece çatışmalı ve tartışmalı bir sorudur zira nesiller boyunca ilk kez Batı’nın küresel ekonomik, askeri ve siyasi hakimiyetine ciddi bir meydan okuma söz konusudur.

Çin ile ilişkilere öncelikle sol ahlakçılık üzerinden karar vermek faydalı değil.

Elbette Çin’de bir dizi kriz ve sosyal adaletsizlik, sömürü, ekolojik yıkım vs. var. 

Ancak sol, Çin ile ilişkisini analitik olarak belirlemeli ve çelişkileri dünya tarihi ve zamanımızın güç ilişkileri arka planında anlamalıdır.

Soru, mevcut sosyalist devletlerin kapitalist bir dünya pazarında hangi gelişme seçeneklerine sahip olduğudur.

Bir yandan, Çin’in kapitalist küreselleşmeye kendini dahil etmesi, bu ülkenin modernleşmesinin belirli aşamaları atlamasını sağladı, çünkü Çin’in teknolojik ve sosyal yenilikleri kendisinin üretmesi gerekmiyordu.

1.3 milyar insan aşırı yoksulluktan kurtarıldı, en azından birkaç yüz milyonu için Batı’dakilere oldukça yakın koşullar yaratan yaşam koşullarına yükseltildi.

Öte yandan, Çin’deki küresel kapitalist kalkınma mantığı, 1978’den önce Çin’de sosyalizmin izole bir biçimde inşasının yerini alan yeni çelişkiler yarattı.

Soru:  Peki tartışmadaki temel sorun “sol ahlakçılık hatası” mı?

Almanya’da Çin’in gelişimine tarihsel-materyalist bir perspektiften bakan çok sayıda bilim insanı ve aktivist grup da var.

Çin’i 2020’de devlet kapitalizminin otoriter bir biçimi olarak değerlendirmenin ahlakçılıkla bir ilgisi yoktur, aksine bu tarihsel önkoşulları, Mao döneminin kurumsal ve ideolojik mirasını ve kapitalist dünya pazarının aracılık ettiği kısıtlamaları değerlendirmek anlamına gelir. 

“Çin sosyalist mi yoksa kapitalist mi? ya da Çin sosyalizm ile kapitalizm arasında bir şey mi?” sorusuna ilişkin tartışma tarihsel ve ampirik olarak yürütülmelidir. Aksi takdirde, deneyimler bu tür tartışmaların gerçek araştırma nesnesine bakmak yerine, ilgili kişilerin siyasi sosyalleşmesi hakkında daha fazla şey söylediğini göstermektedir.

Bana iki görev elzem görünüyor: Birincisi, üretim ve sınıf ilişkilerinin dönüşümünün tarihsel analizi ve bunların siyasete eklemlenmesi, ki bence Çin’in siyasi sistemi monolitik bir parti-devletidir; bu üç alanı analiz etmek gerekiyor.

Ulusötesi sermaye çıkarları, Çin’deki farklı sermaye fraksiyonları ve Çin bürokrasisinin bazı kesimlerindeki çelişmeler nasıl kendini gösteriyor?

Xi döneminde güç ilişkileri ve yönetim teknikleri nasıl değişti?

“Devlet müdahaleciliği yanlısı” veya ‘stratejik kalkınma yanlısı ve kontrollü kalkınma yanlısı’ olmanın ötesine geçmeli ve kendi kendimize şu soruları sormalıyız:

1990’larda sanayinin, sağlık hizmetlerinin ve konutların geniş kapsamlı özelleştirilmesi karşısında müdahaleler hangi somut rolü oynamaktadır?

Tek tek politika alanlarında devlet ve parti içindeki farklı düzey ve kesimlerin hedefleri nelerdir, hangi çıkarlar dikkate alınmakta ve hangileri dikkate alınmamaktadır?

İkinci olarak, Çin’deki çeşitli toplumsal mücadelelerle daha yakından bağlantı kurmalıyız.

Bu da uluslararası alış-veriş alanları gerektiriyor.

Not: Rosa Luzemburg Vakfının Çin’de Pekin’de bir bürosu bulunuyor.

İlişkilerimiz aynı zamanda Xi Jinping döneminde baskının büyük ölçüde arttığını ve Çin’de eleştirel araştırmaların da muazzam ölçüde kısıtlandığını gösterecektir – sadece son iki yılda yüzlerce işçi, aktivist ve öğrenci polis tarafından gözaltına alındı.

Sadece ve sadece Çin’deki rejime muhalif güçlerle fikir alışverişinde bulunarak Çin, ABD ve AB’nin büyük güç blokları tarafından parçalanamayacak bir dayanışma ruhu geliştirebiliriz.

JAN: Ben aslında Çin hakkındaki tüm eleştirel değerlendirmeleri genel bir ahlakçılık suçlamasıyla reddetmeye çalışmıyorum.

Fakat, sol içi tartışmalar genellikle, çelişkilerle dolu olan dünyamızda ve güce aç olan bir dünya sisteminde stratejik bir konum belirlemeyi zorlaştıran bir “sözde doğru-yanlış kriterinden” çok güçlü bir şekilde olumsuz etkileniyor.

“Çin sosyalist mi, kapitalist mi yoksa ikisi arasında bir şey mi?” tartışması aslında çoğu zaman çıkmaz bir sokakta son buluyor. Çin’in kalkınma modeli birçok yönden yaygın model ve fikirlerle çelişmektedir.

Parti ve parti devletinin hiç de yekpare olmadığı, farklı çıkarların çeşitli düzeylerde iktidar için yarıştığı, Çinli ve uluslararası sermaye gruplarının kaynakları güvence altına almaya çalıştığı ve Çin’de çeşitli toplumsal mücadelelerin verildiği doğru. Bu nedenle Çin’in “reform ve açılım politikasından” bu yana ekonomik gelişimi ’devletten daha fazla piyasaya” doğru düz bir çizgi değil, farklı deney ve düzeltme aşamaları, bir ileri bir geri zikzaklı bir rota olmuştur, çünkü Çin’deki farklı çıkarlar ve gruplar ekonomik gelişimin yönü hakkında her zaman tartışmışlardır.

 1990’larda Başkan Jiang Zemin yönetiminde eski komuta ekonomisinin tasfiyesi ve “Danwei” sosyal sisteminin terk edilmesi açık bir neoliberal yönelime sahipken, 2000’lerde Hu Jintao liderliğinde amaç, ulusal ölçekte sosyal sistemleri ve işgücü piyasası düzenlemelerini genişleterek özelleştirme ve liberalleşmenin aşırı aşırılıklarını dizginlemekti.

Not: Danwei Çalışma birimleri, 1980 öncesinde partinin refah ve istihdam politikasını uygulamanın başlıca yöntemiydi. Çalışma birimi, “sosyalizmin önemli bir özelliği ve Çin Devrimi ile kazanılan tarihi bir hak” olan ömür boyu istihdam ve kapsamlı sosyo-ekonomik refah sağlıyordu.  Danwei’nin rolü kısmen Sovyet kombina modelinden esinlenmişti.

Bugün bile bazı gruplar daha fazla özelleştirme için mücadele ederken, diğerleri devlete ait şirketleri ve belediye kolektiflerini güçlendirmek istiyor. Hatta parti içinde Çin’e karşı mevcut ticaret savaşından memnun olan çıkar grupları bile var; çünkü böyle bir ticaret savaşı finansal sistemi açmayı ve liberalleştirmeyi mümkün kılıyor gibi görünüyor ki bunu isteyen iç güçler bunu siyasi olarak kendi başlarına asla başaramazlardı. Kısacası: Çin’in kalkınma modelinde kapitalist ve sosyalist unsurlar ve çıkar farklılıkları görüyoruz ve Çin’in sosyalizme mi yoksa kapitalizme mi daha fazla gelişeceği hala açık bir soru.

Bugün Çin’de sosyalist bir ekonomik düzenden geriye ne kaldı?

INGAR: Bana öyle geliyor ki Çin’deki sosyalist ekonomik düzenin en önemli dayanakları, ilk olarak kolektif toprak mülkiyeti ve ikinci olarak da finansal sistemin liberalleşmemiş olması, yani Çin devletinin para ve faiz politikası üzerindeki kontrolünü sürdürmesidir.

Deng Xiaoping’in “Reform ve açılım politikasının” sosyal refah devletinin genişlemesiyle yumuşatılan, ancak sömürünün hala devam ettiği kapitalist sınıf ilişkileri yarattığı ve sömürünün etkilerinin servet eşitsizliğinin daha uzun bir süre boyunca artması şeklinde olduğu doğrudur.

Deng Xiaoping o dönemde “bazı insanların diğerlerinden daha erken zengin olmasının bir sorun olmadığını” söylemişti. 

Bazı insanların ve bazı bölgelerin diğerlerinden daha erken zengin olması, hem dünya pazarına açık eyaletlerde hem de Çin Komünist Partisi’ni etkileyen sınıf çıkarları yaratmaktadır.

Xi Jinping yönetimindeki yolsuzlukla mücadelenin ve Çin Komünist Partisi’ndeki tutuklama dalgasının bu çelişkinin üstesinden gelip gelemeyeceğini ya da bu çelişkiyi daha da şiddetlendirip şiddetlendirmeyeceğini kestiremiyorum.

Soru:  Singapur, Kore, Tayvan veya Japonya’dan bildiğimiz devlet kapitalisti modellerle de benzerlikler var mı?

JAN: Çin’in tarihin belli evrelerinde bu kalkınma modellerine büyük benzerlik gösterdiği tartışmasızdır.

Ancak Çin modelini “devlet kapitalizmi” olarak adlandırmak çok basit bir yaklaşımdır; çünkü bu modelin kendine has özelliklerini ve çok özel dönüşüm potansiyelini göz ardı etmektedir. Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve kendiliğinden işleyen piyasa ilişkilerine dayanan kâr odaklı meta üretimi ile karakterize edilir. Bir sonraki yatırım döngüsünü belirleyen yalnızca kar oranıdır ve bu kar arayışı periyodik olarak ekonomik krizler yaratır. Çin’in ekonomik modelinde ise üretim araçlarının kamu mülkiyeti, arazi planlaması ve devlet planlaması hakim olmaya devam etmektedir ve krizler yoktur.

Kamu iktisadi teşebbüsleri ekonominin “hakim kumanda tepelerini” kontrol etmekte ve özel teşebbüslerin karları ve piyasalar kapsayıcı devlet planlaması tarafından ekonomik olarak düzenlenmektedir. Elbette, son on yıldır azalıyor olsa da sosyal eşitsizlik artmıştır.

INGAR: Çin’in iç durumuna bakışı mevcut dünya düzenine daha güçlü bir odaklanma ile birleştirmek istiyorum, çünkü bu iki açıdan insan uygarlığının bir bütün olarak hayatta ayakta kalmasına ilişkin sorularla ilgilidir.

Bunlardan ilki barış meselesidir.

Tarihsel olarak, Anglo-Amerikan hegemonyasına meydan okuyan yeni bir ekonomik gücün – Almanya’nın – yükselişi, yaklaşık 100 milyon kişinin öldüğü iki dünya savaşıyla sonuçlanmıştır.

1945’ten sonra ABD, batıdaki işgal bölgelerini, Japonya ve Güney Kore’yi “imparatorluğuna” entegre etti.

ABD bu entegrasyonu askeri, ekonomik, mali ve siyasi gücü sayesinde başarmıştır.

Bugünün sorusu şudur: Çin’in yükselişi barışçıl bir şekilde gerçekleşebilir mi? ABD buna nasıl tepki verecek?

Çin devasa döviz rezervlerine sahip ve IMF ya da Dünya Bankası yapısal uyum programları aracılığıyla alışılagelmiş şekilde Batı egemenliğindeki dünya ekonomik düzeninin kurallarına tabi tutulamaz.

Japonya, Güney Kore ya da Federal Almanya Cumhuriyeti’nin aksine Çin büyük bir ülkedir.

Aynı zamanda kendisini 250 yıl boyunca Batı sömürgeciliği tarafından marjinalize edilmiş ve itilip kakılmış önemli bir ülke olarak gören egemen bir devlettir.

Dolayısıyla ABD askeri hakimiyeti, ABD’nin Çin’i uluslararası iş bölümü hiyerarşisinde ikincil bir konumda tutmak için kullandığı son ya da en azından en önemli güç kaynağıdır.

Ve ABD, Batı Pasifik’teki askeri iki taraflılığı, nükleer silah cephaneliklerinin modernizasyonu ve Güney Çin Denizi’nde konuşlanmasıyla bu askeri kaynağı uzun zamandır Çin’e karşı bir tehdit olarak kullanmaktadır.

Ben Hodges gibi ABD’li generaller, ABD’nin önümüzdeki 15 yıl içinde Çin’e karşı büyük bir savaş açacağını varsaymaktadır.

Dolayısıyla gerçek bir savaş tehlikesi söz konusudur.

İkinci büyük zorluk ise derinleşen iklim felaketidir.

Bunu kapitalizm çerçevesinde çözmek mümkün olmayacaktır.

Yeşil büyüme bir kimera olmak zorundadır. (Çin-Amerika işbirliği)

Geçmiş tarihi deneyim, teknolojik yenilikler yoluyla emisyonların azaltılması açısından elde edilen her şeyin, sistemin büyüme ihtiyacı tarafından sadece etkisiz hale getirilmediğini, aynı zamanda güçlendirildiğini göstermiştir.

David Harvey’den alıntı yaparsam: Sorun sadece büyüme oranı değil, büyümenin kütlesidir.

Kabaca her çeyrek yüzyılda bir büyüme kütlesi ikiye katlanıyor.

Kaynakları sonlu ve sınırlı olan bir gezegende, sonsuz büyüme intihar anlamına gelir.

Ancak sorun aynı zamanda sosyal kontrolü piyasaya bırakmamızdır.

Küresel otomobil endüstrisinde yaklaşık yüzde 30’luk yapısal bir aşırı üretim fazlası var.

2007 yılında küresel bir mali kriz yaşandı ve batılı otomobil endüstrileri devlet tarafından hurdaya ayırma teşvik primleriyle kurtarıldı.

Bu büyüme sorununun çözümü geleceğe erteleniyor. Eğer kararı Alman otomobil endüstrisi şirketlerine verirsek, genişlemeyi tercih edeceklerdir ve her şeyden önce otomobil endüstrisi en büyük orta sınıfa sahip ülkeye, yani Çin’e gidecektir.

Karar Batı otomobil endüstrisine kalsa, Çin’e “Amerikan yaşam tarzını” satarlar.

Sanırım hepimiz bunun hızlı bir şekilde yaşanabilir bir gezegen bulmamız ve uzay yolculuğu milyarderlerin egemenliğindeyken Elon Musk’ın bizi oraya götürmesini ummamız gerektiği anlamına geleceği konusunda hemfikiriz. Piyasa-liberal toplumlar gelecek için çok zayıf bir konumda.

Öte yandan Çin, iklim değişikliğiyle mücadelede pek çok açıdan Batı’nın önünde yer alıyor.

Mesele şu: Çin’de yaşamak isteyip istemediğinizden bağımsız olarak, Çin’deki devlet müdahaleciliği, Batıdaki neoliberal piyasa durumu nedeniyle şu anda Batı’da gerçekleştirilemeyen toplu ve otoban ve tren ulaşım geçiş projelerini mümkün kılıyor. Çin’de de çok fazla özel taşımacılık var, ancak aynı zamanda saatte 650 kilometre hızla giden yeni Çin Maglev trenleri ile Pekin ve Şangay arasında trene binmek yakında uçmaktan daha tercih edilir olacak, burada Batıda ise birçok insan Berlin’den Stuttgart’a uçakla seyahat etmeye devam ediyor. Aynı durum rüzgar ve güneş enerjisine yapılan yatırımlar ya da elektrikle çalışan yerel toplu taşıma araçlarına geçiş için de geçerlidir.

Dünyadaki 425.000 elektrikli otobüsün 421.000’i Çin’de kullanılıyor, ABD’de ise sadece 300 elektrikli otobüs var.

Çin’in tüm bu başarılarında çelişkiler de yok değil.

Çin de nükleer ve kömür enerjisine güvenmeye devam ediyor, ancak Batı’da iklim değişikliğiyle mücadele konusunda ciddi olan herkes, Çin’de gördüğümüz bu uzun vadeli sosyal planlama yeteneğini de edinmelidir. Bu, Çin sistemini benimsememiz gerektiği anlamına gelmiyor.

Söz konusu olan, yükselen süper güç Çin’i iklim değişikliğiyle mücadelede bir aktör olarak tanımak ve yeni bir Soğuk Savaş yönündeki hakim eğilime karşı çıkmaktır, “Barış içinde bir arada yaşamaya” geri dönen yeni bir çok-taraflılık gerekiyor ve iklim krizi, toplumsal katılım gibi ortak sorun ve zorluklarla başa çıkmanın farklı yolları olduğu temel varsayımına dayanan yeni bir çok taraflılık vizyonu için çaba göstermeliyiz. Öte yandan, Çin’i dikkatsizce ve hatalı bir biçimde “küresel otoriter” kampa dahil eden herkes, dolaylı olarak Çin devletinin bir müzakere ortağı olmaması gerektiğini söylemiş oluyor. Bu yanlış tutum, Batı’nın ahlaki üstünlüğü tutumunu içerir: burada Batı’da demokrasi var, Çin’de otoriterlik var, burada iyi adamlar, orada kötü adamlar var gibi.

JAN: Çin’deki devlet müdahaleciliği, uzun vadeli hedefler belirleyen, makro planlama yoluyla teşvik sistemleri oluşturan ve siyasi ve sosyal öğrenme ve deney mekanizmaları geliştiren çok daha büyük bir stratejik kalkınma anlayışının parçasıdır. Tüm farklılıklara rağmen, Çin’de kontrollü bir ekonomik büyüme ve kalkınmaya duyulan ihtiyaç konusunda temel bir fikir birliği vardır. Bu aynı zamanda sosyalist-ekolojik bir dönüşümün de temel ön koşuludur. Batı’nın da böyle bir temel uzlaşıya ihtiyacı var.

Ancak en geç 1980’lerdeki neoliberal dönüşten bu yana, Batıda böyle bir fikir birliği bozuldu ve kalkınma çatışan çıkarların bir sonucu haline geldi. Bu da 1970’ler ve 1980’lerden bu yana ekolojik yeniden yapılanmayı sürekli olarak engelleyen şeydir.

DANIEL: Sizler, Çin’deki devlet müdahalesi ve devletin kontrol düzeyinin (devlet) kapitalizmi kalkınma biçimlerinden niteliksel bir farklılık gösterdiğini savunuyorsunuz. Ancak ben bunun yanlış ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. En geç 1990’lardan bu yana Çin’de kapitalist üretim ve sınıf ilişkilerinin hakim olduğunu ve parti ile devletin karakterinin de önemli ölçüde değiştiğini kabul etmek gerekir.

Elbette, 1970’lerin sonunda Çin’de otoriter devlet kapitalizmine doğru gelişme hiçbir şekilde öngörülebilir değildi. “Reform ve dışa açılma” süreci kolay değildi ve parti içinde buna karşı direnenler oldu.

Ancak Çin’de yapısal kapitalist dönüşüm inkar edilemez. Son 40 yılda Çin’de emeğin metalaşması yönünde büyük bir süreç yaşandı; özel şirketler gayri safi yurtiçi hasılanın en büyük payını üretiyor ve çalışanların büyük çoğunluğu özel şirketlerde çalışıyor.

Çin’de hala Batı’ya kıyasla nispeten yüksek oranda devlete ait şirket olduğu doğru, ancak devlete ait şirketler de 1990’ların ortalarından itibaren hisseli şirketlere dönüştürülmüştür ve bu şirketlerin amacı Çin’de ve dünya pazarında kar odaklı rekabet koşulları altında artı değere el koymaktır. Devlet mülkiyetindeki sektörün reformu Çin’de yerli bir kapitalist sınıf üretmiş ve sermaye çıkarlarının devlete ve partiye yerleşmesini sağlamıştır.

Çin devletinin son dönemdeki sosyo-ekolojik reform çabalarında, yenilenebilir enerjiler ve ‘ulaşım geçişi’ alanındaki başarıların yanı sıra, en azından mobilite söz konusu olduğunda, “Amerikan yaşam tarzı” ya da “emperyal yaşam tarzı ”nın orta sınıfın bazı kesimlerinde kesinlikle hakim olduğu da dikkate alınmalı. Bunların tümü, otomobil endüstrisine verilen devlet desteği ve yolların ve otoyolların genişletilmesi sayesinde gerçekleşmiştir. Kolektif toprak mülkiyetinin Mao döneminin önemli bir mirası olduğuna ve Çin’deki kapitalizm türü için önemli olduğuna katılıyorum.

Ancak bugün arazi kullanım haklarının ticareti var, büyük ölçekli tarım şirketlerinde devlet destekli artış yoluyla arazilerin dolaylı olarak metalaşması eğilimi var, dolayısıyla kırsal sınıf ilişkilerinin dönüşümünü görüyoruz. Yüksek düzeydeki devlet müdahalesi ve kontrolüne gelince, bunu doğru görmek gerekir:

Tarihte her yerde devletin güçlü bir düzenleyici ve mali rolü, başarılı kapitalist modernleşme süreçlerinde kullanılmıştır. Bence Çin ile diğer kapitalist devletler arasındaki fark niteliksel değil nicelikseldir. “Otoriter devlet kapitalizmi” teriminin beraberinde getirdiği tehlikeye işaret etmemizin doğru olduğunu düşünüyorum. Biz “Demokratik Batıya” karşı ‘otoriter Doğu’ tuzağına düşmemeliyiz.

Ancak bu tuzağa düşmemek, büyük medya ve basın dünyasının büyük bölümünde bu tür “Demokratik Batıya” karşı ‘otoriter Doğu’ tuzağı imajların teşvik edildiği ve hakim olduğu düşünüldüğünde bu o kadar da kolay bir iş değildir. Örneğin son zamanlarda Hong Kong’dan gelen haberleri görüyoruz, farklı tutum almamız zor.

Ancak böyle bir farklı pozisyon almak bizi Çin’de sol aktivistlere, bilim insanlarına ve sivil toplumun diğer kesimlerine karşı giderek artan otoriter gelişmeleri eleştirmekten alıkoymamalıdır.

 Ben Çin’deki tüm bu olayları otoriter kapitalizme doğru küresel eğilim bağlamı içinde görüyorum.

Bizim için en önemli görev, Çin’deki toplumsal mücadeleler ve mevcut olan sol güçlerle birleşmektir.   Ancak ve ancak Çin’deki toplumsal mücadeleler ve mevcut sol güçlerle alışverişi ve karşılıklı anlayışı derinleştirirsek ve buradaki ve Çin’deki mücadeleleri birbiriyle ilişkilendirirsek, otoriter ve militarist gelişmelere hem eleştirel ve de dayanışma temelli bir şekilde karşı çıkan bir duruşa sahip olmamız mümkün olabilir.

Paylaş

Bir Yanıt Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir