Din Üzerine: Marksist Ustalar Açısından Dinin İkili Toplumsal İşlevi ve Sosyalist Toplumda Değişen Durum-Marx/Engels/Lenin
Ekim 2007
Yazar Zhuo Xinpin, Klasik Marksist Yazarların Dine Temel Bakışları Üzerine Araştırmalar proje ekibinde çalışıyor, Çin Sosyal Bilimler Akademisi Dünya Çapında Din Araştırmaları Merkezi’nde direktör, Çin Din Araştırmaları Enstitüsü Başkanı.
Dinin oynadığı toplumsal rol oldukça karmaşıktır ve bu rolün toplumsal gelişim üzerinde hem olumlu hem de olumsuz etkileri olmaktadır. Sosyolojide bu etkiler dinin toplum üzerindeki olumlu ve olumsuz etkileri olarak adlandırılır. Dinin toplum üzerindeki etkilerinin analizi ve açıklanması, Marksizmin din görüşünün önemli bir yönüdür. Klasik Marksist yazarlar, (Marx, Engels, Kautsky, Lenin) dinin olumlu ve olumsuz toplumsal rollerini değerlendirmiş ve dinin toplumsal rollerinin ikili bir yön taşıdığı sonucuna varmışlardır. Buna ilaveten dinin; toplumsal gelişime, tarihsel ilerlemeye, sınıfsal ve sosyal konumdaki değişikliklere bağlı olarak farklı etkileri olduğuna dikkat çekmişlerdir. Böylece Klasik Marksist teorisyenler bize dinin toplumsal rollerinin karmaşıklığı ve değişkenliğine dikkat etmemiz ve bunu dikkate almamız gerektiğini ve dini topluma olumlu etkilerde bulunacak ve olumsuz etkilerini saf dışı bırakacak veya zayıflatacak şekilde yönlendirmeye çalışmamız gerektiğini önermişlerdir.
Klasik Marksist yazarlara göre, din sınıflı toplumlarda ve baskı ve sömürü sistemlerinde toplum üzerinde olumlu etkilerden ziyade olumsuz etkilere sahip olmuştur. Onların bu bakış açısı, içinde yaşadıkları tarihsel dönemle ve üstlendikleri eski dünyayı alt etmek şeklindeki siyasi misyon ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Gerçekçi tarihsel gereksinimlere yanıt verdiği için, o şartlar altında bu Marksist fikirler büyük bir öneme sahipti. Ancak, sosyalist bir toplumda ve komünistlerin yönettiği ve hakim konumda olduğu bir toplumda, bu görüşlerin yeniden gözden geçirilmesi doğaldır. Bizler o fikirlerdeki temel prensipleri, yönlendirici düşünceleri, çıkarımlarında kullanılan diyalektik yöntemleri incelemeye devam etmeliyiz. Son on yıllarda Çin’deki sosyalist pratikler temelinde, din üzerine Marksist analizi geliştirip zenginleştirmeli ve dinin toplumsal rolünü yeniden değerlendirmeliyiz. Çinli Marksistlerin dinin toplumsal rolünü anlama sürecinde kaydettiği yeni diyalektik atılımları, Marksist din bakış açısından hareketle yeni yol gösterici ilkeler oluşturma deneyimini özetlemeli ve öne çıkarmalıyız. Bu makalede üç yön incelenecektir: Marksizm’de dinin olumlu toplumsal rolüyle ilgili yorumlar, Marksizm’de dinin olumsuz toplumsal rolünün analizi ve günümüz Çin’inde dinin toplumsal rolüyle ilgili Marksist teorinin önemi ve gelişimi. Bu incelemedeki amaç, tarihi ve gerçekliği birleştiren bir bakışla Marksist din görüşünü kavramak ve dinsel alandaki pratik çalışmalarımıza ve araştırmalarımıza ışık tutmaktır.
Ⅰ. Dinin Olumlu Toplumsal Rolü Üzerine Klasik Marksist yorumlar
Karşılaştırmalı bir olumlu perspektif açısından, Marksist klasik yazarların kendi dönemlerinde dinin toplumsal rolü üzerine yorumları, temel olarak aşağıdaki noktaları içerir.
Birincisi, dinin ve dini düşüncelerin kaynağı insandır, Engels’e göre, bu dini düşüncelerin en alt temeline bakıldığında “insan doğasının tüm zamanlardaki kökenini ve varlık nedenini” görürüz. Engels şöyle devam ediyor: “Yalnızca tüm dinlerin içeriğinin insani kökeni, dinler için burada ve orada hala bir saygı görmeyi hak eder… yalnızca en vahşi batıl inancın bile, ne kadar yerinden edilmiş ve çarpıtılmış bir biçimde olursa olsun, özünde insan doğasının ebedi belirleyicilerini barındırdığı bilinci, yalnızca bu farkındalık din tarihini ve özellikle Orta Çağ’ı tamamen reddedilmekten ve sonsuza dek unutulmaktan kurtarır.” [1]
Sonuç olarak, din Marksistler tarafından mutlakçı “teoloji” olarak küçümsenmemiş, “insan bilimi” olarak ele alınmıştır. Özellikle de, toplumla ilgili düşünce ve araştırmalara dayanarak, din üzerine özel bir çalışma alanı olarak – “dinsel antropoloji” – oluşturulmuştur. Marksizm, “insan doğasının ebedi yerleşik kuralını” keşfetmeye çalışmış böylece “dinin niteliğini” “insanın doğası” ile bağlantılı olarak ele almıştır.
Böylesi derin bir keşif; sosyoloji, antropoloji ve teoloji bakımından da büyük önem taşıdığı gibi din ile ilgili kavrayışta hayati ve merkezi bir bakış açısıdır. Bu düşüncenin izinden giden ünlü teoloji araştırmacısı Mircea Eliade (1907-1986) dinin “antropolojinin değişmez bir öğesi” olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bu nedenle, dinin “insanı” ve onun “insan doğasını” yansıtmasını göz önünde bulunduran bakış açısı, modern toplumun yaşamında onun olumlu toplumsal önemini ve rollerini de dikkate almaktadır.
İkinci olarak, din toplumda “içsel birleştirici” bir rol oynayabilir. Engels’e göre, “Orta Çağların dünya görüşü temel olarak teolojik idi. O günlerde Avrupa’da içsel bir bütünlük yoktu. Ancak aynı ortak dış düşmana karşı savaşmak söz konusu olduğu için Avrupa (dünyası) dış baskı karşısında birleşmişti. Ortak düşman olan Müslümanlara karşı Hıristiyanlık onları birleştirmişti. (12. yüzyıla gelindiğinde, “Sarazen” Ortaçağ Latince yazılarında “Müslüman” ile eş anlamlı hale gelmişti)
Sürekli ilişki içinde gelişen bir grup ulustan oluşan Batı-Avrupa dünyasının birliği Katoliklik etrafında kaynaşmıştı.” [2]
Bazı toplumlarda din, “bütünleştirici” bir kavram sağlar ve “toplumu birleştirici” bir rol oynar. Örneğin, “Avrupa’nın bütünlüğü” ve “Avrupa kültürünün bütünlüğü” şeklindeki akımlar yalnız ve yalnız Ortaçağ Avrupa’sının Hıristiyan kültürel atmosferinin yarattığı bütünleşme içinde filizlenebilmiştir. Orta çağlarda Avrupa’nın toplumsal bütünlüğü Katolikliğin ve Katolik kilise ağının kilisenin oluşturduğu tabakalar sisteminin bir sonucuydu. Avrupalıların nispi düzeyde entegre olmuş dünya görüşü, temel olarak Hıristiyan “teolojik dünya görüşüdür”.
“Kilisenin dogmaları Avrupa’da doğal olarak tüm düşüncelerin çıkış noktası ve temeli haline geldi. Hukuk, doğa bilimleri ve felsefenin bilimselliği Kilisenin emirlerine uyup uymadığı doktrinine göre değerlendiriliyordu.” [3]
Dolayısıyla, Avrupa’nın bugünkü “entegrasyon” sürecinin hala orta çağların dinsel kültürünü yansıttığı ve buradan manevi destek sağladığını söyleyebiliriz, sürecin yalnızca basit bir siyasi ve ekonomik olgu olmadığı görülebilir. Tarihte İslam da Arap dünyasının bütünleşmesi ve gelişimi açısından manevi destek ve inanç gücü sağlamıştı. Budizm de Doğu’da benzer bir rol oynadı. Yahudi halkı da, Roma İmparatorluğu döneminde devletlerini kaybettikten sonra ulusal varlığını ve kültürünü sürdürmeye çalıştı ve her zaman Yahudiliğe dayanarak bir “içsel birlik” sağlamaya çalıştı. Dinler, temsil ettiği değerler sistemi ile, ideolojileri ile ve ulusal karakterleri ile bir arada varlığını sürdürdüğü toplumun varoluşunu destekler ve toplumsal gelişim için potansiyel bir güç sağlarlar. Ayrıca din ulusa, topluma ve ülkeye özel bir merkezcil güç ve bağımsızlık umudu verir ve toplumda barış ve istikrarı güvence altına alır ve düzenli bir gelişme sürecini teşvik eder. Bu nedenle Marksizm’den etkilenmiş olan Alman sosyolog Max Weber, dini bir ulusun veya ülkenin sürdürülebilir gelişimini sağlayabilen bir tür “potansiyel manevi güç” olarak nitelendirir. Bu görüşlere dayanarak dinin, “entegrasyon” ve “yakınlaştırıcı ” etkiler ile topluma belirli ölçülerde “uyum” ve “istikrar” getirdiğini söyleyebiliriz.
Üçüncü olarak dinler, bazı toplumsal reform ve direniş hareketlerinde bayrak, silah ve örtü olarak kullanılmıştır.
Engels, erken dönem Hıristiyanlık tarihi ile ilgili tartışmasında şöyle soruyordu: “Köleleştirilmiş, baskı altına alınmış ve yoksullaştırılmış bu insanlar için umut nerededir? Nasıl kurtarılabilirler? Farklı ilgileri ve hatta çatışmaları olan insanlar için aynı çıkış yolu ne olabilirdi? Tüm bu insanları birleştirmek ve büyük bir devrime dahil etmek için bir yol bulunmalıdır. Aslında bu yol bulunmuştu, ancak bu seküler dünyada değildi. O koşullar altında, çıkış yolu ancak din alanında var olabilirdi.”[4]
Din, insanlara adaletsiz bir topluma karşı direniş göstermeleri ve mücadele etmeleri için kesinlikle destek verecek olan “kurtuluşçu”, bir ruh sağlar ve böylece insanlığın “özgürleşmesi” sorunu ile ilgilidir. Ortaçağ Avrupası’nda toplumsal reformlar genellikle din örtüsü altında gerçekleştirilmiştir. Engels şunu ileri sürmüştü : “Orta çağlarda tüm ideolojik biçimler—felsefe, siyaset ve kanunlar teoloji ile iç içe geçmişti ve bu şekilde bunlar teolojinin alt disiplinleri haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak o dönemde tüm toplumsal ve siyasi hareketler teoloji biçiminde gerçekleştirilmek zorunda kalıyordu. Bu akımlar dinin koyu etkisi altında olan insanları duygusal bir bağ ile birleştirerek muazzam bir fırtına başlatmaları için insanların çıkarlarını din örtüsü ile kaplamaktaydılar.”[5]
“Feodalizme karşı çıkan devrimci muhalefet Orta Çağlar boyunca etkindi. Bu muhalefet farklı dönemlerde mistisizm, açık sapkınlıklar veya isyancılık şeklinde çeşitli biçimler benimsedi.” [6]
Marx da Çin’de 19. Yüzyılda iktidara gelen Tanrısal Büyük Barış Krallığı ile ilgili tartışmasında “bu hareket en başından beri dini renge bürünmüştü” der.[7]
Bu devrimler ve direniş mücadeleleri, o tarihsel şartlar altında ancak “din bayrağı ve din sembolü” altında gerçekleştirilebilirdi ve böyle bir “örtüye” gereksinim duymaktaydılar. Bu devrimlerin hedefleri, anlamları ve uğraşıları “din örtüsü altında saklanmalıydı”. Din, bu hareketler için “sembol” ve “örtü” sağlayabilirdi. Buradan da anlaşılacağı gibi dinler tarihsel gelişim sürecinde etkin ve ilerici roller oynamıştır. Ancak dinin sınırlılığı da açık bir biçimde görülebilmektedir. Bu yöne de vurgu yapan Marx “o zamanlarda, Almanya tarihinin en esaslı hareketi olan Büyük Köylü Savaşı teoloji tarafından yenilgiye uğratılmıştı” şeklinde yazar.[8]
Din – radikal bir biçimde – öteki dünyadaki “özgürlüğe” ve “kurtuluşa” önem verir ve çeşitli direniş hareketlerinde baskı altındaki insanlara sağlayabildiği manevi kaynaklarla ve ideolojik kıvılcımlarla destek olabilir. Ancak bu tür “devrim” pratiklerinde başarı elde etmek için gerekli siyasi teori ve stratejiler vazgeçilmez hale gelir ve direnişler din ile siyaset arasındaki “gerilim gücünü” “bu ikisinin bileşik gücüne” dönüştürme sorununu çözmeye çalışırlar. Dini direniş akımlarının inançlar biçiminde öne çıkardığı “özgürlük mücadeleleri” gerçeklikten kopabilirler. Bu yapıları nedeniyle somut davranışlar ve somut pratiklerde güçlüklerle karşılaşmak zorunda kalırlar ve “idealleri” gerçekleştirme meselesi çoğu kez ya inancın kendi içeriği – ideal – ile çelişir ya da pratik hareketin gerçek çıkarları ile çelişmeler ortaya çıkar.
Dördüncü olarak burjuvazinin yükselen sınıf olduğu dönemde feodal krallara ve aristokratlara karşı savaşmak için bir bayrak olarak kullanılan din, toplumun orta çağdan modern çağa ve feodalizmden kapitalizme dönüşümünde önemli bir rol oynamıştır.
Engels bu gerçeği şöyle ortaya koymuştu: Feodalizmin örüntüsüne göre biçimlenmiş Katolik dünya görüşü bu artık bundan böyle yeni yükselen sınıf (burjuvazi) için uygun değildi. Bu yeni sınıfın duyduğu üretim ve değişim ilişkileri (meta ticareti) süreci için gerekli olan şartları sağlayamıyordu. Ancak burjuvazi (bu yeni sınıf) da hala teolojinin o muazzam gücünün etkisi altındaydı. 13. ve 17. yüzyıllar arasında tüm dini reformasyon hareketleri ve bunlarla bağlantılı olan ve dini sloganların örtüsü altında gerçekleştirilen diğer mücadeleler, teorik açıdan şöyle açıklanabilir: Bu hareketler küçük kentlerdeki burjuvalar, plepler (sıradan halk) ve bunlarla ilişkiler içinde isyancı hale gelen köylülerin – eski teolojik dünya görüşünü artık değişmiş olan ekonomik şartlara ve yeni sınıfın yaşam tarzına uyarlamak üzere tekrar tekrar yürütülen mücadele girişimleridir.” [9]
Avrupa’daki devrimlerin ve toplumsal dönüşümlerinin çoğu dinsel reform hareketleri biçiminde gerçekleştirilmiştir; yani dinsel fikirler ve dini toplumsal güçler etkin bir rol oynamıştı. “Fransa’nın Calvin’i, Almanya’nın Luther’i hariç genellikle bu yol izlendi, onlar Fransız keskinliğini içeren bir tarzda reformasyonların burjuva doğasını vurgulamışlar ve Kilise’nin demokratikleşmesini ve cumhuriyetçileştirilmesini savunmuşlardı.
Luther’in reformasyon mücadelesi yozlaşıp Almanya’yı dağılma ve felce soktuğu dönemde, İngiltere Adasında Calvin tarafından yürütülen reformasyon Cenevre, Hollanda ve İskoçya’daki cumhuriyetçilerin bayrağı haline gelerek Hollanda’nın İspanyol ve Alman Krallığı’nın hakimiyetinden kurtulmasına yardımcı oldu ve İngiltere’deki ikinci burjuva devrimi için ideolojik bir örtü sağladı. Kalvinizm, burjuvazinin çıkarlarını gizleyen için gerçek dinsel örtüydü.”[10]
Avrupa tarihindeki bu reformasyonlar, uyanış açısından büyük önem taşıyordu. Böylece din, modern burjuva devriminde temel organ veya başlıca güç olarak işlev gördü ve Avrupa’da feodal toplumdan burjuva toplumuna geçişin gerçekleştirilmesine yardımcı oldu. Marksist klasik yazarlar aynı zamanda, burjuva sınıfının siyasi iktidarı ele geçirdiğinde dini egemenliklerini sürdürmek için bir araç olarak kullanacağını ve dinin halk içindeki etkilerinden yararlanarak, onları “Tanrı tarafından atanan“ efendilerin emirlerine uymalarını sağlamaya, kendi “doğal ücretli kölelerinin“ manevi dünyalarını kontrol etmeye çalışacaklarını” belirtmişlerdir. Hatta burjuva sınıfı dini “daha aşağı sınıfların” ve üretime dahil olan kitlelerin baskı altına alınması amacına yönelik olarak kullanabilirdi.[11]
Bu olgular, bariz bir şekilde dinin burjuva sınıfı ile olan işbirliğini ve bağlantısını ortaya koymakta veya daha da ötesi ona böylece bir kimlik vermekteydi. Burjuvazi sınıfı, ilerici bir toplumsal güçten geri, muhafazakar ve gerici bir konuma dönüştü. Bu değişim, dinin burjuva toplumundaki konumunu ve rolünü kesinlikle etkileyecekti. Buna karşın söylemek gerekir ki burjuva toplumunda dinin etkileri ele alınırken bu etkiler onun nihai toplumsal rolünü ve yapısını unutmamıza yol açmamalıdır – dinin toplumsal rolü içerdiği yapısal dinamikler sonucu olarak dinin doğasında önemli değişiklikler ve reformlar oluşmaktadır. Sonuç olarak, dinin etkilerinin karakteri günümüzün ve geleceğin toplumunda değişebilir ve bizler burada onun içinde bulunan olumlu yöndeki gelişimi teşvik etmeliyiz. Marksist klasik yazarlar dinin olumlu toplumsal rolleri üzerine tartışırken, güçlü tarihsel bir bakışla sorunları ele almaşlar, onun dönemler içindeki toplumsal bağlantılarını açık bir biçimde ortaya koymuşlar ve bu toplumsal rollerin çağların değişimi ile yenileneceğini net bir biçimde belirtmişlerdir. Kanımca, dinlerin toplumsal rollerini incelerken ve yorumlarken toplum, tarih ve gelişme ile ilgili diyalektik materyalist görüşleri iyi kavramak gerekmektedir.
Ⅱ. Dinin Olumsuz toplumsal rolü üzerine Klasik Marksist görüşler
Klasik Marksist yazarlar, toplumsal sömürünün ve baskının yoğun bir biçimde hüküm sürdüğü oldukça adaletsiz bir çağda yaşadılar. Onlar, bu topluma ve bu toplumdaki manevi değerlerine eleştirel bir gözle bakmışlar ve dolayısıyla dini de eleştirmişler, toplumsal eleştirilerine din eleştirisini de dahil etmişlerdi. Klasik Marksist yazarlar, dinin içinde yaşadıkları çağda oynadığı olumsuz toplumsal rollere ilişkin, aşağıdaki belirlemeleri yapmışlardır.
Birinci olarak, sınıflı toplumda, dinin ıstırap içindeki halk üzerindeki etkileri, olumsuz bir teselli ve hatta uyuşturucu etki olarak göze çarpmaktaydı ve kitleler üzerinde giderek “manevi baskı” öğesi haline gelmekteydi.
Marx bu nedenle “Din halkın afyonudur” ifadesini kullanmıştı. Diğer yandan Lenin Marx’ın bu yargısına vurgu yapmış ve daha detaylı incelemeler yapmıştır. Lenin şöyle açıyordu: “Din, başkaları için çalışan ancak yaşamları boyunca yoksulluk ve yalnızlık çeken insanların maruz kaldığı ortak manevi baskılardan biridir. Nasıl ki doğaya karşı savaşma gücünden mahrum olan barbarlar inançlarını tanrıyla, şeytanlarla ve mucizelerle şekillendirdilerse, aynı şekilde sömürenlere karşı mücadele edecek gücü olmayan ezilen sınıf da kaçınılmaz olarak ölümden sonraki mutlu hayatın özlemini çekmektedir. Din, yaşamları boyunca yoksulluk içinde yaşayan insanlara gerçeğe itaat etmelerini ve buna katlanmalarını ve onlara Cennet’in nimetlerine bel bağlamalarını öğretir. Başkalarının çalışma ürünlerine bağlı olarak yaşayan insanlar için ise din, onlara iyilikler yapmaları yönünde yol gösterir. Bu yolla onlara bu sömürücü hayatları için ucuz bir bağışlanma hissi sunar ve bu iyilikleri karşılığında onlara Cennetin biletlerini satar. Din halkın afyonudur. Din, ruhani süslemeleri olan kötü bir şaraptır ve sermayenin köleleri (emekçiler) bu şarabı içip artık uysal mükemmel halk olarak yaşamayı reddetiklerinde kendi imajlarını tahrip etmiş olurlar. [12]
Ayrıca Lenin’e göre din ezen hakim sınıf için bir “rahip” olarak da işlev görüyordu: “rahiplerin görevi baskı altındakileri rahatlatmak, sınıf egemenliği kendilerine verildiğinde acı ve fedakarlığın azaltılabileceği yönünde bir resim çizmektir… bu şekilde devrimci eylemler ve devrimci kararlılık bir kenara bırakılır.” [13]
Lenin yukarıdaki incelemeyi “Ekim Devrimi”nin patlak vermesinden önce yapar, ancak Lenin’in Sovyetler Birliği’nin sosyalizm inşa sürecinde dinin mevcudiyeti ve toplumsal rolü hakkında daha fazla incelemede bulunacak zamanı olmamıştır. Bu nedenle, sınıf farklılıklarının adım adım ortadan kaldırıldığı sosyalist toplumda dinin “avuntu” işlevi üzerine gerçekçi araştırma ve yorumlar gereklidir. Sonuç olarak, dinin insanların yakınma ve tatminsizliklerini örten ve çözüme bağlayan teselli (consolation) ve ruhsal katarsis işlevi, “rahatlama supabı” olarak rol oynar; bu, topluma zararlı olan olumsuz güçleri hafifleten, zayıflatan, çözüme bağlayan veya dönüştüren “bir tür emniyet supabıdır”. Sınıflı, baskı ve sömürü altındaki toplumda dinin işlevi olumsuz olsa da, ortaya koyduğu hafifletme etkisi sınıfların yok olduğu sosyalist toplumda her zaman olumsuz değildir. Toplumun istikrarını sağlamada oynadığı olumlu rol, araştırmaya ve incelemeye değer bir konudur.
İkincisi, din feodal toplumun seküler feodal devlet sitemini kutsal bir fetiş haline getirmiştir.
Engels, Orta Çağ Avrupası’nda Hıristiyanlık koşullarını düşünerek şunu söylemiştir: “Kilise’nin feodal yapısı seküler feodal devlet sistemine dinsel bir kutsallık kazandırmıştır.”[14]
Ayrıca Engels Orta Çağda dini keşişlerin feodal ideolojinin temsilcisi olduğunu belirtmiştir. Bkz, Engels: Almanya’da Köylü Savaşları (1850)
Böylece, din feodal toplumun “ışık halesi” haline gelmiştir. “Din, feodal düzene kutsal ve mucizevi bir parlaklık getirdi”. Din, bir yandan feodal sömürü sistemine belirli bir renk kattı ve bu sömürüyü savundu, böylece feodal toplumu destekledi ve onun krizsiz ve pürüzsüz gelişmesine yardımcı oldu, diğer yandan ezilen sınıfların sefalet ve talihsizliğini “Tanrı’nın İradesi ve Takdiri” olarak güzelleyerek halk içinde eleştiriyi yatıştırdı.
Ancak dinin feodal düzeni ve egemen sınıfı koruyan bu rolü salt dinin toplumsal rolünden ibaret değildi; çünkü din sahip olduğu etkileri feodal düzene karşı kullandığı için aynı tarihsel süreç ve toplumsal arka plan içerisinde dinin olumlu ve olumsuz toplumsal rolleri arasında bir karşıtlık ve birlik yarattı. Din, toplumsal durumda soyut bir olgu değildi. Din, kendisini belirli bir sosyal ilişki ile bağdaştırıyordu ve din sınıfa bağımlıydı. Sonuç olarak, din farklı toplumsal rollere sahipti. Dinin bu tür rollerini tartışırken, bu rolün oyuncusu ve toplumsal varlığı olan insanı ve insanın sınıfa olan bağlılığını göz ardı etmemeliyiz. Ancak bu şekilde dinin toplumsal rollerini ve bu rollerin karmaşıklığını tamamen anlayabilir ve derinlemesine analiz edebiliriz.
Üçüncü olarak, din burjuva sınıfının egemenliğini korumasına da yardımcı olarak kapitalist sınıfa ait “kitleleri etkilemek üzere manevi bir araç” haline gelmiştir.
Engels’e göre, burjuva devriminden önce ve sonra dinin toplumsal rolünde üstü kapalı değişimler meydana gelmiştir. Burjuva sınıfı feodal düzeni alt etmek üzere devrime giriştiği zaman, din “kralları ve aristokratları yenmek için bir bayrak” olarak kullanılmıştır; ancak burjuva sınıfı bizzat kendisi iktidara geldiği zaman din ezilenleri “uysal ve itaatkar” kılmak için bir araç olarak kullanılmıştır. Kapitalist sınıf “artık insanları daha önce hiç olmadığı kadar kontrol etmek için acilen manevi araçlara ihtiyaç duyuyordu. Ve insanları etkileyebilecek bütün manevi araçlar arasında en önemli olarak din önce geliyordu.”[15]
Lenin’e göre: “Rus burjuvazisi karşı-devrim hedeflerine ulaşabilmek için dini yeniden canlandırmak, dinin bir ihtiyaç olduğunu anımsatmak, bir din uydurmak, insanlara dini inançlar aşılamak veya yeni yöntemlerle dini insanlara dayatmak zorundaydı.”[16]
Dolayısıyla, klasik Marksist yazarların kapitalist düzende dinin toplumsal rolüne ilişkin genellikle olumsuz görüşlere sahip olduğu anlaşılıyor. O dönemde Marx, Engels ve Lenin kapitalizme son verecek bir proletarya devrimi üzerinde çalışıyordu. Dinin toplumsal rolünün kapitalist düzeni koruyacağı konusundaki eleştirileri ise yaptıkları toplumsal ve siyasal eleştirilerle ilişkiliydi. Onlara göre o dönemde din “kılıfı” veya “sembolü” “eski dünyayı devirme konusunda” artık gerekli değildi; çünkü işçi sınıfı artık siyasi bilince sahip bir sınıftı ve proleter devrim teorisi artık olgunlaşmıştı. Bu iyimser görüş ve güven sebebiyle dinin oynayacağı “birleşik cephe” rolü üzerine fazla düşünmüş değillerdi ve kapitalizmin devrildiği toplumda dinin önemini ve rollerini derinlemesine inceleyecek vakitleri yoktu. Lenin bu sorunlar üzerinde düşünmeye ve değinmeye başlamış olsa da ve belirli bir anlayış geliştirerek konuyla ilgili tartışmalar yürütmüş olsa da, çalışmalarını kapsamlı bir şekilde geliştirmedi ve sistematik bir teori şekillendirmedi.
Dördüncü olarak, din sömürgeci yayılmacılığında, emperyalizmin yağma ve sömürü politikalarını gizlemede bir araç olarak kullanılmıştır.
Marx İngiliz sömürgeci-emperyalist yayılmacılığı ve dış ilhak ve işgaller üzerine yaptığı analizde şunu ifade eder: “gerçek sömürgelerde dahi Hıristiyanlığın ilkel birikim doğası yadsınamaz…İngiliz parlamentosu bir keresinde kıyımın ve kafatası soymanın “Tanrı ve doğanın yetkilendirdiği bir araç” olduğunu dile getirmişti.[17]
Engels, modern Rusya’nın Polonya’ya yaptığı sömürgeci yayılmacılık ile ilgili olarak şunu söylemiştir: “Polonya’yı imha etmek için gereken iki sözcük “dinin özgürlüğü”dür”. “Sömürge yayılmacılığı ve bütün ihlaller dini inanç özgürlüğü adı altında gerçekleştiriliyordu”. [18]
Batılı güçlerin Çin’i yağmalaması ve talan etmesi konusunda Lenin şu sözleri söylemiştir: “Çin neden kendisini iki yüzlülükle yağmalayanlara ve bunu misyonerlik kisvesi altında gizleyenlere karşı nefret duymuyor?”[19]
İşte bu yüzden, batılı sömürge yayılmacılığı ve emperyalizm, kültürel baskı ile bağlantısı olan modern Hıristiyan misyonerler başta Çin olmak üzere üçüncü dünya ülkeleri tarafından olumsuz karşılanmıştır. Daha sonra ise, ilgili dinler bu yöndeki rollerine ilişkin özeleştiride bulunmuştur. Ancak dinin doğası düşünüldüğünde bu gerekli değildir ve aslında dini misyonerliğin çıkarları ve ihtiyaçları ile ilişkilendirildiği için yarı sömürgelerde ulusal, toplumsal ve kültürel kimliklerle ilgili kargaşa yaratmıştır. Dini çevreyle ilgili yapılan düşünüm ve iç gözlem sayesinde, bazı dini figürler “ulusal kurtuluş” kampanyasında aktif rol almış, bu kampanyayı desteklemiş ve sömürgeciliğe, dışarıdan uygulanan baskıya ve yağmaya direnmiştir. Yapılan bu iç gözlem ve düşünüm sayesinde, dini çevre “misyonerlik” konusuna ilişkin yeni bir anlayış geliştirmiştir ve bazıları “misyonerlik” olgusunu ortak “sohbet” ve “iletişim” ile değiştirilmesini savunmuştur. Bu çabaların bir sonucu olarak insanlar din olgusuna yepyeni bir bakış açısı geliştirmiştir ve dinin önemini özümsemiştir.
Beşinci olarak, din bilimin gelişimini olumsuz yönde etkilemiştir ve bilimsel yeniliği ve gelişimi aksatmıştır.
Klasik Marksist yazarlara göre, din bilimin inanç sınırını aşmasına engel olmuştur ve bilimi teoloji ile açıklamaya çalışmıştır; bu da bilimin gelişmesine gölge düşürmüştür. Modern bilimsel devrimden önce Engels şu görüşe sahipti: “Bilim sadece Kilise’nin sadık kuludur. Dini inancın belirlediği sınırı aşamamaktadır. Sonuç olarak, bu aslında bilimin özü değildir”. [20]
Bunu takiben bilimin ışığında “ardında hiçbir şeyin kalmadığı Orta Çağ, Hıristiyanlığın boyunduruğu altındaydı.”
Orta Çağ engizisyonu bilime yenilik getirenleri cezalandırdı ve Reformasyon dönemindeki Protestanlık bilimsel gelişim üzerindeki engelleri kaldırmadı. “Protestanlar doğa bilimini araştıran serbest araştırmacılara zulmetme konusunda Katolikleri bile geçti.”[21]
Lenin ayrıca şunu belirtmişti: “Orta Çağda herhangi bir bilimsel kanun (yalnızca bir değer kanunu ile kısıtlı olmaksızın) din ve ahlak bakış açısı ile anlaşılıyordur. Ayrıca teologlar da doğa biliminin kanunlarını bu şekilde açıklıyordu.”[22]
Dini tanımlarken karşılaşılan en tartışmalı sorunlardan biri, dinin bilim ile olan ilişkisinin nasıl yorumlanacağı ile ilgilidir. Batı tarihinde, din bilimsel gelişime ket vurmak ve bilim adamlarına zulmetmek için kullanılır; öte yandan bazı dini figürler kendilerini bilimsel alana yaklaştırarak bilimsel gelişime destek vermişlerdir. Dinin kendi içinde belli başlı çelişkiler bulunuyordu: örneğin geleneksel görüşler ile yenilikler arasındaki çatışma, yerine gelen düzenlemeler, tasfiyeler ve bakış açılarındaki değişiklikler gibi. Yeni sonuçlarla karşılaşmak bilimsel gelişimin bir ürünüydü ve din hiçbir değişiklik getirmeyerek bu tutuma karşı çıkıyordu. Öte yandan dinler kendini yeniden düzenliyordu. Bu değişiklikleri, düzenlemeleri ve ortak etkileşimleri anlayabilmek için, belirli bir araştırma ve irdeleme sürecine ihtiyacımız olacak.
Klasik Marksist yazarların dinin rollerine ilişkin olumsuz yorumları, belirli bir problemin somut analizi ilkesini benimsemekle birlikte, bu yazarların yaptığı değerlendirmelerin belirgin bir süre ve alan içerisinde gerçekleştiğine ve belirli bir sınıf ile ilişkili olduğuna işaret ediyor. Bu da klasik yazarların dinin toplumsal rolünün karmaşıklığını, değişimini ve var olduğu toplum ile olan ortak etkileşimini fark ettiklerini gösteriyor.
Ⅲ. Son 30 Yıl İçinde Çin’de Dinin Toplumsal Rolü Üzerine Marksist Görüş Bakımından Edindiğimiz Yeni Görüşler
Marksizm’de dinin toplumsal rolüne ilişkin yapılan yorumlar ve tartışmalar Çinli Marksistlerin ilgisini çokça çekmeye başladı ve Çin’de yenilikçi bir teorik gelişime yön verdi. Mao Zedung ve Zhou Enlai gibi eski kuşak Marksistler Çin toplumunun gerçekliği ve Çin devriminin özellikleri ile ilişki kurduğu için Çin’de dinin toplumsal rolü konusunda dikkatli araştırmalar ve değerlendirmeler yapmaya başladı. Mao Zedung ve Zhou Enlai ayrıca parti ve hükümetin din alanındaki çalışmalarında ve Çin Komünist Partisi’nin birleşik cephe alanındaki çalışmalarında, dine yol gösterme ve dine saygı duyulması gerektiğini vurgulamışlar ve dinin olumlu toplumsal etkilerinin ortaya çıkarılmasına katkıda bulunulmasını önermişlerdir. Bu görüşlerin pratiğe sokulması ile birlikte Çin’deki dini çevrelerce “Hem dini hem de ülkeyi sevme” gibi olumlu bir yaklaşım ortaya çıkmış, böylece dini çevrelerde toplumsal gelişim davasına olumlu yanıt veren bir eğilim ortaya çıkmıştır.
Sosyalist toplumun inşası ilerlemeye devam ettikçe, dinin toplumsal rolü de elbette değişime uğrayacaktır. Toplumun Marksist din görüşü, din ve toplum arasındaki etkileşimin ve dinin olumlu-olumsuz rollerindeki değişimlerin dinamik ve diyalektik bir süreç olduğunu anlamamızı sağlıyor.
Jiang Zemin, Çin’in reform döneminden beri yaşadığı gelişmelere dayanarak dinin hem olumlu hem de olumsuz yönleri olduğuna dikkat çekmiş ve toplumsal gelişime ve istikrara hizmet etmesi için dindar kesimin bu olumlu yönleri uygulaması konusunda teşvik etmemiz ve desteklememiz ve onları iyi işler yapması konusunda yüreklendirmemiz gerektiğini ifade etmiştir.
Dinin Marksist yorumunu geliştirmek için, çağdaş Çin’in gerçeklerini dinin toplumsal rolünü kapsamlı bir Marksist bakış açısıyla değerlendiren bir analiz temelinde Çin’in özellikleri ile birleştirmeliyiz. Dinin toplumsal rolünü kapsamlı ve objektif bir yaklaşımla yorumlamak ve irdelemek için, dinin olumlu yönlerini geliştirmede yardımcı olmalıyız; olumsuz yönlerini ise özenle, uygun bir yöntemle ve bilinçli bir şekilde ortadan kaldırmalıyız.
Aslında, dinin birçok toplumsal rolü ve işlevi iki yönlüdür. Burada önemli olan dini nasıl gördüğümüzdür; kayıpları önlemek ve kazanç sağlamak için dine nasıl yön verdiğimiz önemlidir ve dinin olumsuz yönlerini bastırarak onun olumlu yönlerine destek verilmelidir. Örneğin, dinin toplumu bir arada tutma işlevi vardır. Din, toplumu birleştirme ve düzene sokma konusunda son derece etkilidir ve toplumsal değerleri ve davranışları bütünleştirebilir. Din, var olduğu toplum içerisinde bütünleştirdiği ve topluma yön verdiği ölçüde bu işlevini aktif bir şekilde olumlu yönde kullanacaktır ve böylece toplumsal özdeşleşme ve merkezleşme konusunda yapıcı bir rol üstlenecektir.
Öte yandan eğer din toplumdan uzaklaşmaya başlar ise, bu bütünleşme pasif ve olumsuz bir işlev olarak dindar insanların birbirinden uzaklaşmasına sebep olacaktır ve toplumda ayrışmalar meydana gelecektir. Ayrıca dinin toplumsal kontrol işlevi de vardır; buna yandaşlarının davranışlarını zorunlu şekilde kontrol altında tutma ve onların psikolojilerini ve ruhlarını bilinçli bir şekilde yönetme de dahildir. Eğer toplum ile din arasında tutarlılık ve fikir birliği var ise, dinin kontrolcü işlevi devlete yardımcı olacaktır ve devletin toplum üzerindeki iyi huylu kontrolünü güçlendirerek olumlu bir yönlendirme etkisi gösterecektir. Dinin toplumsal rolü stres altında olan ve ruhani açlık içerisindeki insanlara “manevi tokluk” sağlamakla sınırlı değildir. Din aynı zamanda toplumsal ve psikolojik baskı altında olan kişilere “manevi özgürlük” de getirebilir. Günümüz Çini’nin sosyalist toplumunda toplumsal dönüşüm yüzünden halk arasında psikolojik baskı ve stres meydana gelebilir ve çeşitli manevi çözüm arayışları öne çıkabilir; öte yandan sınıf toplumunda gördüğümüz toplumsal baskı bizde artık oldukça zayıflamıştır.
Dinin toplumsal, zihinsel ve psikolojik kökenlerinin dinin toplumsal rollerle olan yakın ilişkisini yukarıda inceledik ve din insanlara toplumsal, zihinsel ve psikolojik “rahatlama” sağlayarak onları “özgürleştirir” ve “toplumdaki sıkıntılardan uzaklaştırabilir”. Sosyalist toplumda dinin “pastoral” veya “yönetimsel” “rahatlatma” ve “ara bulma” etkileri olumlu görülmelidir. Öte yandan eğer din toplum ile uyum halinde değil ise, dinin toplumsal kontrolü sağlama rolü aksi yöne gidecektir ve yandaşlarını memnun edemediği için onların topluma karşı direnç göstermesine kadar varan olumsuz etkiler ortaya çıkacaktır ve dolayısıyla toplumsal çatışmaya sebep olacaktır.
Bunun yanı sıra, dinin toplumsal örgütleri veya bireylerin zihnini değiştirme/yola getirme işlevi vardır. Sosyalist toplumumuz henüz kusursuz olmadığı için ve insanların manevi durumları ideal veya yeterli olmadığı için bu tür bir “psikolojik rahatlatma” ve “psikolojik destek” sosyalizmin temel aşamaları bakımından önemlidir.
“Manevi rahatlatmanın” verdiği “sıradan zihne”, güven duygusuna, tarafsızlık hissine ve insanların duygularını ve “güven kılıfını” “ortaya çıkartacak olan inançlara hala ihtiyaç duyuyoruz. Ancak bu tür bir psikolojik uyarlamanın yanlış bir şekilde uygulanması inançlı kişilerin daha muhafazakar olmasına, gerçeklikten kaçmasına ve ilerleme kaydetmek için çabalamamasına sebep olacaktır. Son olarak, dinin toplumsal etkileri arasında kültürel alışveriş işlevi de bulunuyor; kültür değişimini, kültürlerin karşılaştırılmasını ve kültürel diyalogların kurulmasını ifade eden bu kavram açık insan toplumunun gelişimini destekliyor. Ancak dış ülkelerin halkları ile söz konusu kültürel alışveriş işlevi eşitlik, ortak çıkar ve ortak saygı temelinde gerçekleştirilmelidir; aksi takdirde tarihteki siyasi boyunduruğu örnek alan zorlayıcı ve “tek taraflı” bir hareketliliğin sebep olduğu “kültürel saldırı” ve “kültürel hegemonya” gibi olumsuz sonuçlar doğurabilir. [23]
Dinin işlevlerinin ikili yapısı, Marksist din görüşünü diyalektik olarak kullanmamıza ve Çin gerçekliğine dayanarak dini çalışmalar yapmamıza olanak tanırken, aynı zamanda da Çin’in ulusal koşullarını bir araya getirerek inisiyatif almamıza olanak tanıyor ve bunlardan en iyi şekilde faydalanmamızı sağlıyor; yanı sıra dine aktif bir şekilde yol gösteriyor. Çin Komünist Partisi 16. Kongresi’nden bu yana, Parti Merkez Komitesi Hu Jintao ile birlikte dini sosyalist topluma adapte etmek için aktif bir şekilde rol alınması gerektiğine vurgu yaparak Çin toplumunun uyum içerisinde şekillendirilmesi ve ülkenin dünya toplumuna uyumunun sağlanması için ortak çaba göstermek üzere din dahil bütün olumlu unsurları düzenlememiz ve harekete geçirmemiz gerektiği açıktır.
Dinin Marksist yorumu halen Çin reformundan etkilenerek yeni gelişmeler kaydediyor ve Çin’in özellikleri bu doğrultuda şekillenerek “Çinlileştiriliyor”. Çağdaş Çinli Marksistler dinin sosyalist toplumda var oluğunu ve uzun süre gelişim göstermeye devam edeceğini fark ettikleri için, toplumun Marksist yorumuna bakılırsa dinin nasıl yönlendirileceği ve dinin oynayacağı toplumsal rollerin açıklığa kavuşturmak için çaba gösteriyorlar. Bugün ülkemizde geçmişteki sınıf baskısı ve sömürüsünden farklı olarak, bugün karşımıza çıkan sorun koordinasyon ve anlayış ile ilgilidir. Benzer şekilde eski usul “dinin alaşağı edilmesi” tutumundan farklı olarak, bizim dini araştırmalarımızda, yönlendirme ve çalışmalarımızda temel almamız gereken “dinin uzun vadeli varlığı teorisidir”. İşte bu yüzden toplumdaki gerçek uyumu gerçek kılmak için dini ilişkiyi barındıran bütün ilişkiler içerisinde uyumu teşvik etmeliyiz ve uyum içerisinde bir varoluşu, birlikte barış içerisinde yaşamayı, insan toplumunda arkadaşça ve ortaklaşa hareket edebilmeyi sağlayabilecek zengin kaynaklardan sonuna kadar faydalanmalıyız ve toplumsal uyumu mümkün kılan dinin bütün aktif rollerini sürece tamamen dahil etmeliyiz.
Elbette günümüz sosyalist Çin toplumunda bile dinsel işlevlerin karmaşıklığı, olumlu ve olumsuz etkileri açık ve nettir. Dolayısıyla bugün Çin’de yaşayan Marksistlerin dinin toplumsal işlevlerine iki açıdan bakmaya devam etmelidir, dinin olumlu toplumsal rollerinin ve işlevlerinin yönlendirilmesi ve teşvik edilmesi konusunda ısrarcı olunmalıdır ve dinin getirebileceği olumsuz etkilerden kesinlikle kaçınmalıdır. Sosyalist toplumun gelişimi bize dini yönlendirme konusunda olumlu etmenler sağlamış olsa da ve dinin olumlu işlevlerini sürece dahil edecek koşulları bize kazandırmış olsa da, gerçeklikte belli başlı çelişkiler vardır ve toplumsal gelişimimizde örtük bir kriz mevcuttur. Bu tür karmaşık bir ortamda, dinin toplumsal rollerini sürece dahil etmek beklenmedik değişimlere maruz kalır. Tüm bunlar dinsel çalışmalarımız için çok daha fazla çaba gerektiriyor; yani dinin olumlu rollerini yönlendirme konusunda bütün yetilerimizi tam anlamıyla ortaya koyarak olumsuz yönlerini ve olumsuz işlevlerini en aza indirmeli veya bunlardan tamamen kaçınmalıyız. Ayrıca uyumlu bir toplum inşa etmede dinin olumlu yönleriyle katkı sağlaması için devletin ve Parti’nin liderlik eden, yöneten ve yönlendiren rollerini karşılamamız gerekir.
Bu yeni bir girişimdir ve bu girişim dinin Marksist yorumuna yeni bir gelişim ve dönüm noktası sağlayacaktır. Özellikle de Avrupai hatta batılı bakış açısından farklı olan ve dinin Marksist yorumu olan “doğululaşma” ve “Çinlileşme” durumunun gerçekleşmesini hızlandıracaktır. Bizdeki ve dünyadaki bugünkü toplumsal pratikler 19. ve 20. yüzyıldan farklıdır ve “çağa ayak uydurabilme” yetisini kullanmalıyız. Tüm bu gelişmeler Marksizmin ilerlemesine ve devralınmasına özel bir katkıda bulunabilmemizi sağlıyor.
Klasik Marksist yazarların dinin toplumsal rolü üzerine yaptığı yorumlar ve değerlendirmeler 19. yüzyıldaki veya 20. yüzyıldan önceki dönemde sömürülen ve baskı rejimi altında olan toplum temelinde geliştirilmişti. Bu yazarların sosyalist toplumdaki dinsel işlevleri açıklama ve bunlara ilişkin çıkarım yapma imkanı yoktu.
Buna rağmen, dinin Marksist yorumu açık bir sistemdir; bu yoruma ilişkin teoriler dinamik ve ilerici özelliklere sahiptir. Tüm bunlar bize dinin Marksist yorumunu Çinlileştirmede öncülük edecektir ve bize bir tür itici güç sağlayacaktır. Dinin toplumsal rollerine ilişkin geliştirilen Marksist bakış açısı bize öncelikle o dönemin koşullarına ilişkin somut örnekler ve detaylı bilgiler sunmaktadır. İkinci olarak ise konuyla ilgili yapılan değerlendirmeler ve araştırmalar bizi manevi yönlendirmeye ve dini günümüz koşulları ile birlikte düşünerek gözlemlememizi, irdelememizi ve değerlendirmemizi sağlayacak olan diyalektik metotları gerektiriyor. Klasik Marksist yazarlar yaşadıkları çağın koşullarını anlatarak dinin toplumsal önemine ve rollerine ilişkin temel ve hiç bitmeyen unsurları gün yüzüne çıkartmıştır ve bu araştırmalar bize kendi kavrayışlarının gerçekliğini ve derinliğini göstermiştir. Bu ustalar aynı zamanda “fikirlerimizi zamana, mekana ve koşullara göre değiştirmemiz gerektiğine” vurgu yapmışlardır. Toplumun ve dinin diyalektik gelişiminde yaşanan tarihsel değişimlere dikkat etmemiz gerektiği konusunda bizleri uyarmışlar ve dinin toplumsal rolünü belirli zaman ve mekan koşullarına göre gözlemlememizi sağlayarak belirli noktalara ilişkin net bir değerlendirme yapmamız konusunda bize yol göstermişlerdir. Sonuç olarak bu usta isimler, Marksist bakış açısına göre dinin toplumsal rollerine ilişkin teorik yargıları geliştirmemiz, güçlendirmemiz ve yeni koşulları ve pratikleri bağdaştırabilmemiz için bize geniş ufuk vermişlerdir.
[1] Engels: İngiltere’nin Durumu – Thomas Carlyle’ın Geçmiş ve Gelecek (1843-44) Üzerine Yorumları. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1844/df-jahrbucher/carlyle.htm
[2] Engels: Hukukçuların Sosyalizmi (1887), https://www.marxists.org/archive/marx/works/1886/10/lawyers-socialism.htm)
[3] Hukukçuların Sosyalizmi (1887), https://www.marxists.org/archive/marx/works/1886/10/lawyers-socialism.htm)
Not: Engels şöyle yazıyor burjuvazinin klasik bakışı, hukukçu dünya görüşüdür.
Her ne kadar ogünlerde, Ortaçağ Avrupası’ndaki “tüm mezhepler kendi kökeninin izini sürer” durumu modern gelişimlerle birlikte son bulmuş olsa da “Hıristiyan entegrasyon” anlayışı; günümüzde Avrupa’nın siyasi, ekonomik ve hatta kültürel “entegrasyon” veya Avrupa “toplumu” ve bugünkü “Avrupa Birliği”nin gelişimi ve genişleme sürecinde manevi bir itici güç, psikolojik bir birikim ve tarihsel kültürel gelenek olmayı sürdürmektedir.
[4] Engels, Erken Dönem Hıristiyanlık Tarihi Üzerine, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1894/early-christianity/
[5] Engels: Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu (1886), Marx/Engels – Bütün Eserleri
[6] Engels: Almanya’da Köylü Savaşları (1850).
[7] Marx: Çin’le İlgili Tarihsel Yazılar (1862), Marx ve Engels’in Tüm Eserleri, Cilt 15.
[8] Marx: Hegel’in Hukuk Felsefesinini Eleştirisine Giriş (1844), Complete Works of Marx and Engels, Cilt 3,
[9] Engels: Hukukçuların Sosyalizmi (1887), https://www.marxists.org/archive/marx/works/1886/10/lawyers-socialism.htm
[10] Engels: Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu (1886)
[11] Bkz, Engels: Ütopik Sosyalizmden Bilimsel Sosyalizme, Giriş Bölümü (1892)
[12] Lenin: Socialism ve Din (1905), https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1905/dec/03.htm
[13] Lenin: İkinci Enternasyonal’in Çöküşü (1915), https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1915/csi/
[14] Engels: Hukukçuların Sosyalizmi (1887), https://www.marxists.org/archive/marx/works/1886/10/lawyers-socialism.htm)
[15] Bkz, Engels: Ütopik Sosyalizmden Bilimsel Sosyalizme, Giriş Bölümü (1892)
[16] Lenin: Otzovizm ve Tanrı Yapıcıları Grubu, bkz https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1909/fsotzgod/index.htm Cilt 16,
[17] Marx: Kapital, Cilt 1, (1867)
[18] Engels: İşçi Sınıfı ile Polonya Arasındaki İlişki Nedir? (1886), Marx/Engels Bütün Eserleri, Cilt 16
[19] Lenin: Çin’de Savaş (1900), https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1900/dec/china.htm
[20]Engels: Ütopik Sosyalizmden Bilimsel Sosyalizme, Giriş Bölümü, (1892)
[21] Engels: Giriş bölümü; Doğanın Diyalektiği (1873 or 1976), https://www.marxists.org/archive/marx/works/1883/don/ch01.htm
[22] Lenin: Yeniden Yıkılan Sosyalizm (1914) https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1914/mar/00.htm
[23] Devlet Görevlilerini Yönlendiren Tarih ve Kültür Konuşmaları 2003, Beijing Library Press, 2004, s. 74-75.