Laiklik: Türk Modeli Laiklik ve Erdoğanizmin Laikliği Üzerine Söyleşi: Radikal Siyasal İslam Türklerin Büyük Çoğunun Gerçek Tercihi Değil  

Temmuz 2016

Prof. Zan Tao Pekin Üniversitesi’nde Türkiye Araştırmaları Direktörüdür ve Türkiye Üzerine çok sayıda kitabı ve akademik makalesi vardır

Not: Bugün 15 Temmuz’da Türkiye’de tüm dünyanın dikkatini çeken bir askeri darbe gerçekleşti. Shanghai Book Review tarafından 21 Eylül 2014 tarihinde yayımlanan Zan Tao’nun “Türk Modeli” başlıklı kitabı Türkiye’yi anlamak açısından oldukça faydalı. Aşağıdaki orijinal Söyleşi metnidir.

Basitçe ifade etmem gerekirse, AKP laikliği ile Kemalizm arasındaki fark, AKP’nin negatif laikliği, yani Amerikan tarzı laikliği, yani dinin siyasete, siyasetin de dine karışmamasını temsil etmesi….. Kemalizm’in ise pozitif laiklik olması ve devlet siyasetinin dini kontrol etmesi gerektiğidir. İkisi arasındaki en büyük fark budur. AKP bir dizi kanun ve eylemle din üzerindeki bazı kısıtlamaları kaldırmıştır. Ancak bu, laikliğin terk edildiği ya da değiştiği anlamına gelmemektedir. Türkiye hala ve açıkça din ve siyasetin birbirinden ayrılmasında ısrar eden bir ülke.

Ağustos 2014’te Türkiye ilk doğrudan cumhurbaşkanlığı seçimini yaptı ve on yılı aşkın bir süredir başbakanlık görevini yürüten Erdoğan seçildi. Tıpkı Erdoğan’ın dini geçmişi gibi, son yıllarda Türkiye’de “İslamlaşmanın geri dönüşü” olarak adlandırılan süreç de uluslararası toplumun artan ilgisini çekmiştir. Türkiye’nin “kurucu babası” Mustafa Kemal tarafından oluşturulan laik politika, “bayrak değiştirme” meydan okuması ile mi karşı karşıya? Laikliğin savunucusu olan Türk ordusunun tutumu nedir? Türkiye nasıl oldu da otoriter bir sistemden kurtuldu fakat halkın demokrasiden sonra AKP gibi İslami siyasi partileri tercih etmesi gibi bir “utanca” düştü? Bu amaçla, Pekin Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doçent olan Zan Tao ile Çin’deki bu nadir Türkiye tarihçisinden “Türk modeli” hakkında konuşmasını istedik: Yüz yıl önce bir İslam imparatorluğu laik demokratik bir sistemi nasıl kurdu?

Zan Tao, bugün küresel ölçekte oluşan dini canlanmanın, özellikle de siyasi arayışlar içeren dini faaliyetlerin/eylemlerin önemli bir fenomen haline geldiğini vurguladı. Bu durum aslında geleneksel dini güçlerin bir “karşı saldırısı” değil, daha çok modernitenin bir krizidir. Türkiye, IŞİD gibi aşırı İslamcı örgütler için gerekli zemine sahip değil. Küçük bir grup insan böyle bir örgüt kurmak istese bile, hiçbir şey başaramayacaktır. Laikler, muhalefet partileri, yargı sistemi ve ordu, bunların hepsi kısıtlayıcı unsurlar olabilir.

Shanghai Book Review: Eğer modern Türkiye’nin oluşumu “Türk modeli” olarak kabul ediliyorsa, bunun izi Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar gider. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri, Çin’in Qing İmparatorluğu’nun son dönemlerine kıyasla daha güçlü bir kimlik kriziyle karşı karşıya kalmış gibi görünüyordu. “Modern Devlet ve Ulusal İnşa” kitabınızda Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde iki “ulusal kurtuluş fikrinin” hakim olduğundan da bahsetmiştiniz. Biri, çok etnikli ülkenin emperyal niteliklerini güçlendiren “Osmanlıcılık”; diğeri ise İslam dünyasının ortak efendisinin rengini güçlendiren “Pan-İslamizm” idi.

Bu iki ideoloji daha sonra neden başarısız oldu?

Zan Tao: Öncelikle “Türk modeli” tanımınızın fena olmadığını söylemek isterim. Aslında “Türk modeli”nin ne olduğuna dair çeşitli yorumlar bulunmaktadır. Kemalizm’in modern bir ulus-devlet inşa etmesi bunlardan biri, bir İslam ülkesinde laik demokratik bir sistemin kurulması ise bir diğeridir. Farklı tarihsel dönemlerde Türk modelinin çağrıştırdığı anlamlar farklıdır. Bir keresinde “Türk Modeli” meselesini inceleyen bir makale yayınlamıştım: Normal Üniversitesi Dergisi’nde (Felsefe ve Sosyal Bilimler Sayısı, Sayı 2, 2012) özellikle bu konuyu ele alan “Tarih ve Gerçeklik” başlıklı makale.

Bahsettiğiniz iki “izm”, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ortaya çıkan ulusu ve ülkeyi kurtarmaya yönelik iki düşünce akımıdır. “Ülkeyi kurtarmak” diyorum çünkü o dönemde Osmanlı İmparatorluğu giderek daha ciddi iç ve dış sorunlarla karşı karşıyaydı. Dış sorunlar ciddi olsa da, iç sorunlar daha da kötüydü. Geleneksel imparatorluk için asıl zorluk milliyetçilikti. Bu, bugün bizim için özellikle önemli olabilir.

Milliyetçilikten bahsederken, öncelikle eski moda bir arka plandan bahsetmeliyiz. Osmanlı İmparatorluğu birden fazla ırk, din ve kültüre sahip geleneksel bir imparatorluktu. Tebaasının çoğunlukla Hıristiyan olduğu Osmanlı İmparatorluğu Doğu ve Güney Avrupa’da geniş bir alana sahipti. Osmanlı İmparatorluğu tipik anlamda merkezi bir devlet değildi. Merkezi ve çevresi nispeten gevşek bir ilişki içindeydi. Farklı dini mezhepler için uygulanan özerk özelliklere sahip “millet” sistemi, Ortadoğu imparatorluğunun çoğulcu geleneğiyle uyumluydu ve daha mükemmeldi.

Ancak bu çoğulculuğa potansiyel olarak üç konuda meydan okunmaktaydı: yerel öznellik (milliyetçilik), modern değerler ve üçüncüsü yeni güç odakları. Güç her zaman tarihsel fırsatlarla birlikte ortaya çıkar, özellikle de merkez güç karşısında giderek zayıfladığında doğar. Bu durumda, çevrenin merkezcil kuvvetinin önce gevşemesi ve ardından merkezkaç kuvvetine dönüşmesi muhtemeldir; geleneksel toplumdaki çoğulculuk, eşit olmayan dini ve siyasi haklara dayanmaktadır.

Daha cazip modern değerlerin kışkırtmasıyla karşılaştığında, eski değerlere dayalı iktidar yapısına karşı memnuniyetsizlik yaratmak kolaydır; milliyetçilik Avrupa’da ortaya çıkan modern bir düşünce akımıydı. Doğası gereği milliyetçilik bir ulus-devletin (ya da ulusal devletin), yani modern egemen bir devletin kurulmasını gerektirir. Ne yazık ki Osmanlı İmparatorluğu bu üç meydan okuma ile de karşılaştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun modern zamanlarda karşılaştığı en büyük meydan okuma iç milliyetçilikti.

Dış etkiler kesinlikle önemliydi, ancak imparatorluğun nispeten gevşek siyasi yapısı altında, modern zamanlarda yavaş yavaş yerel güç grupları ortaya çıktı. Yukarıdaki üç meydan okumanın işbirliği ile imparatorluğun çöküşü an meselesiydi. Osmanlıcılık akımının bir tür “milliyetçilik” olduğu söylenebilir, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerel milliyetçiliklere karşı bir tepkisi olduğu söylenebilir. Osmanlıcılık orijinal eski çoğulcu yapıyı kırmayı, din ve ırk ayrımı gözetmeksizin tüm tebaaya eşit haklar vermeyi ve “Osmanlıyı ulusal bir kimlik olarak şekillendirmeyi amaçlamaktaydı. Milliyetçiliğin eksikliği, kişisel bir yaratım olmasıdır ve farklı öznelerin duygusal özdeşleşmesini uyandırmasının zor olmasıdır. Başka bir deyişle, milliyetçiliğin kısa vadede din ve ırkı aşan bir kimlik inşa etmesi zordur.

Dahası, imparatorluk gerilemekte ve ülke düşüşe geçmekteydi. Milliyetçilik “ilacını” tatmış olan farklı etnik topluluklar, bağımsız ulus inşasına doğru ilerlemeden bu “şeytani ateşi” söndürmekte zorlanıyor gibi görünüyordu. Acil bir reform önlemi olarak Osmanlıcılık akımının gerçek başarılı sonuçlara ulaşması zordu.

Pan-İslamizm, Batılı sömürgeci güçlere karşı savaşmak için tüm Müslümanları birleştirmek anlamına gelmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun imparatorunun iki kimliği vardı: seküler bir yönetici olarak Sultan ve Müslüman bir dini lider olarak Halife (Peygamberin halefi). İmparatorluk askeri güç bakımından güçlü olduğunda, imparatorlar kendi halife statülerini vurgulamadılar. Üstelik Peygamber’le hiçbir akrabalıkları da yoktu. Kendi seküler güçlerine daha fazla güvendiler ve Müslüman dünyasının kurtarıcısı ve koruyucusu olarak kendi devlet adamı statülerini vurguladılar.

Pan-İslamizm’de, İslam dünyasının ortak lideri olarak Halife kimliği giderek daha fazla vurgulandı. Bunun bazı gerçekçi arka planları var. Birincisi, büyük Avrupalı güçlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun iç işlerine karışmak için dini her zaman bir bahane olarak kullanmayı sevmeleri ve bunun imparatorluk yöneticilerinin dini sinirlerini harekete geçirmesi; diğeri ise imparatorluktaki nüfus yapısının büyük değişikliklere uğramış olmasıdır.

19. yüzyılın sonunda Hıristiyan tebaa bağımsız olmuş ya da özerklik kazanmıştı. Geri kalan ana nüfus Müslümanlardan oluşuyordu. Bu insanların nasıl bir araya getirileceği önemli bir husustu. Ayrıca, imparatorluk dışında, Rusya’nın Orta Asya, İngiltere’nin Hindistan ve Afganistan’da olduğu gibi güçlerin etki alanı içinde olan bölgelerde çok sayıda Müslüman bulunmaktaydı. Pan-İslamizm, bu Müslümanları yurtdışında birleştirme niyetindedir. Bu açıdan bakıldığında Pan-İslamizm sömürgecilik karşıtı bir renge sahipti.

Pan-İslamizm Başarısızlığının üç ana nedeni vardır: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisi yeterince güçlü değildi; ikincisi, çeşitli yerlerdeki Müslümanların kabilecilikle ilgili sorunları vardı ve milliyetçilik giderek yükseliyordu; üçüncüsü, Müslümanlar arasında her zaman farklı mezhep anlaşmazlıkları olmuştu ve bu da büyük bir birlik oluşturmayı zorlaştırmıştır.

Shanghai Book Review: Türk modelinin kurucusu olarak M. Kemal neden çok etnikli bir imparatorluğun ve İslam dünyasının ortak hükümdarlığının cazibesini reddedip neden görece tek bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmayı tercih etti? Özellikle Batı uygarlığının tehdidiyle karşı karşıya kaldığında, en içgüdüsel tepki İslam’ı Batı’ya karşı savaşmak için İslam dünyasının gücünü bütünleştirmek için bir kaldıraç olarak kullanmak olmamalı mıydı?

Zan Tao: Kemalistler bahsettiğiniz cazibeyi reddetmediler fakat esas olarak çaresizdiler. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu hata yaparak (Birlik ve İlerleme Partisi) Alman kampına katıldı ve Avrupalı güçler tarafından tamamen parçalanan ve sona erdirilen mağlup bir ülke haline geldi. M. Kemal tarih sahnesine bu tarihsel arka planla çıkmıştı. Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu’nun ordusunun dağıtılmamış bazı tugay kalıntıları hâlâ mevcuttu. ABD Başkanı Wilson da “On Dört İlkesinde” Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk dili konuşan kesimindeki Müslümanların tarihi kaderinden bahsederek, onların da ırka dayalı ulusal kendi kaderlerini tayin etme yolunu seçebileceklerini söyledi. Wilson aslında başarısızlık uçurumunda olan Osmanlı-Türklerine bir umut ışığı verdi. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra, Türkler ABD’nin mandasına izin vermeyi bile hayal ettiler.

Böylesine trajik bir gerçekle yüzleşen Kemalistler, romantik “büyük” ya da “pan” doktrinlerin peşinden gitmeye devam ederlerse kendi ölümlerine davetiye çıkarmış olurlardı.

Gerçekçilik siyasetin temelidir.

M. Kemal’in bir keresinde Türk ulusunun nihai topraklarının süngüyle savunulabilecek topraklarla sınırlı olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Bu gerçekçi anlam çok açıktır. Aslında İslam terk edilmemişti. Örneğin, M. Kemal’in önderliğindeki bağımsızlık savaşında birçok dini faktör vardı, bağımsızlık savaşında dini figürler önemli bir rol oynadı ve “kutsal savaş” sloganı da kullanıldı. Bu savaş daha sonra bir ulusal bağımsızlık savaşı olarak nitelendirildi ve bir cumhuriyetin kurulması için yapıldığı söylendi. Aslında bu söylem gerçekçi değildir, burada olan şey devrimci bir tarih yazımı ve teleolojik bir tarih yazımı ve anlatıdır.

Shanghai Book Review: Kemalizm’in özü bir dereceye kadar laiklik  ve din ile siyasetin birbirinden ayrıldığı bir devlet sisteminin kurulmasıdır. Mevcut perspektiften bakıldığında, Türkiye hala İslam dünyasındaki tek “laiklik ” örneği gibi görünmektedir. Neden bunu başaran tek ülke Türkiye?

Zan Tao: Bu soru çok karmaşık, pek çok yönü ve karşılaştırılması gereken pek çok bölgeyi içeriyor. Sadece genel bir cevap verebilirim. Türkiye’nin Kemalistlerin önderliğinde laik bir yola girebilmesinin pek çok tarihsel nedeni vardır. Cevaplamamız gereken ilk soru, Kemalistlerin devrimi neden zafere taşıyabildiğidir. O dönemdeki küresel dünya tarihi arka planına bakacak olursak, Orta Asya, Güney Asya ve Arap dünyasındaki İslami bölgelerin çoğu hala sömürgeciliğin prangaları altındaydı. Arapların durumu daha da özeldi. Ulusal uyanışları nispeten geç oldu ve büyük güçler tarafından parçalanmışlardı. Güney Asya İngiltere’nin, Orta Asya ise Rusya’nın sömürgesiydi. Türkiye’de sadece Anadolu sömürgeleştirilmemişti ve Wilson’un “On Dört İlke”sinde Anadolu’nun tarihsel kaderi için ayrı düzenlemeler bulunmaktadır. Bu büyük bir tarihsel arka plandır.

Kemalistler, sahip oldukları avantajlar sayesinde devrimde zafere ulaşabilmişlerdir. Örneğin, Kemalistler Osmanlı İmparatorluğu’nun ordusunun kalıntılarını çok iyi bir şekilde yeniden düzenlediler, bu da güçlü bir silahlı kuvvete sahip oldukları anlamına geliyor. Bu güç, askeri bir stratejist olan ve o dönemde devrimci güçlerin çoğunu birleştirmeye yetecek kadar ülke çapında yüksek bir itibara sahip olan iyi bir lidere, M. Kemal’e sahipti. Bunların hepsi önemli faktörlerdir.

Buna ek olarak, kayda değer bazı dış faktörler de bulunmaktadır. Birincisi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı güçler tarafından bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış gibi görünseler de, aslında Türklerin asıl rakipleri askeri gücü nispeten zayıf olan Yunanlılardı ve Yunanlılara karşı da birkaç büyük savaş yapıldı; diğeri, güçler arasında, özellikle İngiltere ve Fransa arasında bazı entrikalar ve sorınlar vardı; ve bir başka nokta da Kemalistlerin Sovyetler Birliği tarafından desteklenmesi gerçeği idi.

Kemalistler bir grup laikti. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerindeki modernleşme sürecinde yaşayıp, yetiştiler, Batı tarzı laik bir eğitim aldılar ve orduya katılarak ülkeye hizmet etmeyi seçtiler. Onlar imparatorluğun elitleriydi ve devrimci mücadelelerle liderliği ele geçirip kendi devletlerini kurdular. Böylece, ideallerini hayata geçirme fırsatına ve yeteneğine sahip oldular.

M. Kemal Devrimi’nin zaferi

Başka bir deyişle, M. Kemal Devrimi’nin zaferi ve Kemalistlerin siyasi idealleri, Türkiye’nin laik bir ülke olması için önemli tarihsel koşullardı. Türkiye’nin bugüne kadar neden ayakta kalabildiğine gelince, bunun en azından şu nedenleri var: Birincisi, ne tür bir devrim ne tür bir ulus yaratır. Türkiye uzun, derin ve geniş çaplı bir devrim ve aynı zamanda reform süreci yaşamıştır. Devrimle yaratılan bir ülkenin farklı bir ruhu vardır.

Dahası, bu devrim Kemalistlerin milliyetçi ve otoriter tarih anlatısı tarafından şekillendirilmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin ulusal karakterinde (ruhunda), M. Kemal devrimi derin cumhuriyetçi, milliyetçi ve laik özellikleri bütünleştirmiştir. Böyle bir fırsat hafife alınmamalıdır. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Kemalistler uzun süre iktidarda kaldılar. 1946’dan sonraki demokratikleşme döneminde bile ülkenin genel yönetimi uzun süre Kemalistlerin elinde olmuştur.

Kemalizm, Türkiye’de köklü bir gelenek ve Türkiye’nin ulusal karakterinin bir parçası haline gelmiştir. Buna karşılık Pakistan, Suudi Arabistan, Mısır, İran, beş çağdaş Orta Asya ülkesi, Malezya ve diğer büyük İslam ülkeleri Türkiye’nin geniş çaplı devrimci mücadelesini ve derin ve sürekli laik reformlarını deneyimlememiştir. Açıkça söylemek gerekirse, çoğu İslam ülkesinin “ulus inşası süreci” Türkiye’den farklıdır. Bu, söz konusu ülkelerin farklı gelişme yollarına girmelerinin önemli bir nedenidir.

Belirtilmesi gereken bir diğer husus da Kemalistlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden itibaren başlayan Batılılaşma eğilimini miras almış olmalarıdır. Başka bir deyişle, Osmanlı İmparatorluğu son İslam imparatorluğu olarak modern Türkiye’ye çok zengin bir reformcu reform mirası bırakmıştır. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu uzun zamandır Fransa’dan bir şeyler öğreniyordu ve Kemalistlerin laiklği de Fransız modeline, yani devlet tarafından denetlenen ve güdülen “pozitif laikliğe” dayanıyordu.

Dikkat çekilmesi gereken bir başka dış faktör daha var, o da Türkiye’nin her zaman Batı’ya yaklaşma konusunda ısrarcı olmasıdır. Bu süreç, Türkiye’nin iç gelişimini ve değişimini Batı standartları ve Batı gereksinimleri ile birleştiren önemli bir etkiye sahiptir. Bir dış faktör olarak Batı’nın Türkiye üzerinde büyük bir etkisi vardır. Türkiye, Batı’ya katılma sürecinde kendi gelişme yolunu şekillendirdi.

Shanghai Book Review: Şu anda pek çok kişi Türkiye’nin laik politikasının İslamlaşmanın (hatta İslami aşırıcılığın) yeniden canlanmasıyla karşı karşıya olmasından endişe duyuyor. Türkiye’nin iç siyaseti açısından bakıldığında, Adalet ve Kalkınma Partisi şüphesiz belli bir dini renge sahip bir partidir ve doğal olarak laik politikaları uygulama konusunda gönülden istekli değildir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin, ülkenin kurucu babası M. Kemal’in en büyük siyasi mirasına ihanet ettiği söylenebilir mi?

Zan Tao: Bu söyleyeceklerim biraz sansasyonel gelebilir, özellikle de aşırıcılığın Türkiye’nin laikliğine  karşı gerçek bir meydan okuma olduğu düşünüldüğünde. AKP’nin M. Kemal’in en büyük siyasi mirasına ihanet ettiği görüşü gerçekle bağdaşmıyor. Durum henüz o kadar ciddi değil. Fakat Laikliğin ne olduğu konusundaki AKP anlayışı geçmiş türkiye de olduğundan farklı. Örneğin M. Kemal, kadınları İslami başörtüsü takmamaları konusunda teşvik etmiş ve peçelerini çıkarmaları için cesaretlendirmişti. Kemalizm’in laikliğinin özü bu mudur? Aslında bu sadece yüzeysel bir görüşe dayanıyor.  

M. Kemal dönemindeki laiklik

M. Kemal dönemindeki laiklik iki açıdan anlaşılabilir. “Kamusal” açıdan laiklik, siyaseti, hukuku, ekonomiyi, eğitimi ve toplumu dinin çerçevesinden kurtarmak, genel anlamda din ve siyasetin ayrılmasını sağlamaktır.

Kemalistlerin görüşü “kişisel/özel” açıdan İslam’ı terk etmek değildi, din kişisel ve “özel bir mesele” ve kişisel duygusal/ahlaki bir tercih haline gelse bile Kemalistler ayrıca İslam’ı dinin özüne ( asıl sahip olması gereken amacına!) döndürmek istiyorlardı. Dolayısıyla Kemalistler için laiklik ateizm değildi. Onlara göre laiklik, dini özgürleştirmekle eşdeğerdi ve bu da dinin gelişmesine yardımcı olacaktı.

AKP’nin kuruluş kökeninde ve iddiaları arasında dini arka plan ve dini faktörler bulunmaktadır. Ancak bunun dinin kendisi için ne ölçüde geçerli olduğundan şüpheliyim. Daha büyük olasılıkla, AKP parti politikaları dini, siyasi çıkar elde etmek için bir araç olarak kullanmaktadır.

Farklı ülkelerdeki pek çok siyasi parti, insanların kalplerini ve oylarını kazanmak için dini (ya da hatta bazı çeşitli ideolojileri) kullanmaktadır. Bu olgu nadir değildir. Türk vatandaşlarının %90’ından fazlası Müslümandır. Bir tür dini duyguları var, tabii ki. Günlük yaşamda, hayatta bazı karışıklık ve sorunlarla karşılaştıklarında, sıradan insanların manevi rahatlama ve yardım için dine başvurmaları doğaldır. İslam önemli bir sosyalleşme işlevine sahiptir ve taban toplulukları/cemaatler için birçok önemli sosyal katkı sunmaktadır. Özellikle devlet gücünün her şeyi kapsayamadığı alanlarda din halkın günlük yaşamına yakından ilgi gösterir.

İslam dini devlet/hükümet gücünün kapsayamadığı alanlarla ilgilenebilir ve bir ölçüde daha iyisini yapabilir. Bu tür dini duyguları ve sosyal bağlantıları kasıtlı olarak yabancılaştırmak, bastırmak veya ihlal etmek hoş karşılanmayacaktır. M. Kemal’in kurduğu en laik parti olan CHP bile daha sonra bu konuyu önemsemeye başladı.

AKP laiklikten vazgeçtiğini iddia etmedi. Aksine, AKP laikliği kendilerine göre yeniden yorumlayarak laiklikte ısrar ediyor.

Basitçe ifade etmem gerekirse, AKP laikliği ile Kemalizm arasındaki fark, AKP’nin negatif laikliği, yani Amerikan tarzı laikliği, yani dinin siyasete, siyasetin de dine karışmamasını temsil etmesi….. Kemalizm’in ise pozitif laiklik olması ve devlet siyasetinin dini kontrol etmesi gerektiğidir. İkisi arasındaki en büyük fark budur. AKP bir dizi kanun ve eylemle din üzerindeki bazı kısıtlamaları kaldırmıştır. Ancak bu, laikliğin terk edildiği ya da değiştiği anlamına gelmemektedir. Türkiye hala ve açıkça din ve siyasetin birbirinden ayrılmasında ısrar eden bir ülke.

Arap Baharı’ndan bu yana, Türkiye Başbakanı Erdoğan her yerde “Türk modelini” tanıtıyor, bunlardan biri de Türkiye’nin laikliğini vurgulamak ve temsil ettikleri ılımlı İslami partinin iktidarda olduğu gerçeğini ima etmek. AKP ve politikaları ile ilgili olarak, ben AKP’nin Türkiye’nin “üçüncü yolu” olduğunu düşünme eğilimindeyim, AK partinin tercih edilmesi esas olarak dini renginden değildir, asıl neden seçmenlerin en önemli kaygılarına hitap etmesi ve seçmenlerin onu tercih etmesinin en önemli nedenleri olarak genel ekonomik ve sosyal politikaları öne çıkıyor. Dini canlanma bu noktada en önemli mesele değildir. Bu nedenle, AKP’nin Kemalizm’in mirasına ihanet ettiğini dayanak olmadan söylemenin mümkün olmadığını düşünüyorum.

Shanghai Book Review: Her zaman merak etmişimdir. Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık yüz yıl önce kurulmuş ve bu sürenin büyük bir kısmında güçlü bir laiklik politikası uygulamış. Peki, genel seçimlerdeki kamuoyu görüşüne bakılırsa, insanlar neden hala İslami bir partiyi seçmeye daha fazla ilgi duyuyor? M. Kemal’in laik politikasının aslında başarılı olmadığı söylenebilir mi?

Zan Tao: Bu soru aslında yukarıdaki soruyla bağlantılıdır ve daha önce yanıtlamıştım. Burada vurgulamak istediğim husus, laiklik politikalarının başarı ya da başarısızlığının halkın seçimlerdeki siyasi tercihiyle ölçülemeyeceğidir. İnsanlar AKP’yi esas olarak dini rengi nedeniyle değil, daha çok geçim politikaları, ekonomik kalkınma, sosyal değişimler ve AKP iktidarının getirdiği gelişmiş yaşam standartları gibi diğer nedenlerle seçiyor. Halk açısından Bu türden somut maddi göstergeler daha önemli olabilir.

Geçen yılın sonundan bu yana Erdoğan’ın kabinesi bazı yolsuzluk iddiaları ve skandallarla karşı karşıya kaldı, ancak halk bu yılki yerel seçimlerde ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde onları terk etmedi ve yine de onlara oy verdi. Bunun temel nedeni son on yıldaki performansından başka bir şey değil, AKP iktidarı boyunca halk için çok iyi şeyler yaptı ve halk bundan faydalandı. Elbette AKP tercihinde Türkiye’nin siyasi kültürü de önemli bir faktördür.

Küresel bir perspektiften bakıldığında, “laiklik” evrensel bir trenddir.

Modernleşmenin laikliği otomatik olarak beraberinde getirdiği ve ekonomik kalkınmanın insanların dini duygularını zayıflatabileceği görüşü eskiden çok savunuldu. Ancak bu fikir şimdi çok sorunlu görünüyor. Çok sorunlu olmasının nedeni gerçeklikle ilgili bir sorun olması değil, sorunlara bakıştaki “laiklik  paradigması” ile ilgili bir sorun olmasıdır. Modernleşmenin laikliği otomatik olarak beraberinde getirdiği ve ekonomik kalkınmanın insanların dini duygularını zayıflatabileceği etkili ve doğru bir paradigma değildir ve terk edilmelidir.

Shanghai Book Review: Neredeyse yüz yıl geçti. Türkiye’de insanlar Mustafa Kemal’i nasıl değerlendiriyor? Mustafa Kemal’i statüsü hala kurucu baba kadar yüksek mi? Geride bıraktığı laiklik ve milliyetçilik gibi “doktrinler” hala Türkiye’nin sarsılmaz milli iradesi olarak mı görülüyor? Başka bir deyişle, Türkiye ona kurucu baba olarak saygı duymaya devam ederken, Kemalizmin “dogmalarını” pratikte sürekli revize mi ediyor?

Zan Tao: Türkiye’nin kurucu babası olarak M. Kemal, genel olarak hala ülkede yüksek bir statüye sahiptir. Elbette şimdi geçmişten farklı bir durum var, insanların görüşleri daha çeşitli ve tüm Türkler M. Kemal’e tapmıyor. Türk toplumunda her zaman farklı görüşler olmuştur. Daha önce bu farklı görüşler bilinmiyorsa, bunun nedeni siyasi açıklık eksikliği veya düzgün iletişim kanallarının olmaması olabilir.

Örneğin, bazı Kürtlerin M. Kemal hakkında, özellikle de M. Kemal tarafından formüle edilen Türkiye’nin Kürt etnik/milli politikası konusunda tartışmalı görüşleri vardır. Kürtler çok memnuniyetsizler; örneğin uzlaşma teorisinde ısrar eden bazı Kürt kişilerin Kemalistlerin, özellikle de bastırılmış muhafazakârların Kemalistlerin radikal laiklik politikasından şikâyetçi olması daha muhtemel.

Daha önce de söylediğim gibi, son 10 yıllarda Türkiye’de laikliğin anlamının ne olduğu yeniden gözden geçirilmiştir.

Milliyetçilik de bir istisna değildir, onun anlamının ne olduğu da yeniden gözden geçirilmiştir. Kürt meselesinin çözüm sürecinin hızlanmasıyla birlikte, başlangıçtaki dar ve katı şöven milliyetçilik de değişiyor. Dışarıdan bir gözlemci iseniz, Türklerin sahip olduğu M. Kemal kompleksi karşısında kafanızın karışması çok muhtemel. Örneğin, M. Kemal kompleksi ile ilgili sloganları (M. Kemal in Askerleriyiz! Ve daha birçokları) , M. Kemal heykelleri, otoların arkasına yazdırılan M. Kemal imzaları ve birçok hediyelik M. Kemal eşyayı bu ülkede sık sık görebilirsiniz.

Aslında, resmileşme ve ticarileşme her ikisi de M. Kemal’in statüsünün tipik iki özellikleridir. M. Kemal’in orada asılı durması ya da durmaması önemli değil, önemli olan insanların kalplerinde ne düşündüklerini görmek.

Türk modeli

Shanghai Book Review: Eğer laiklik “Türk modelinin önemli bir özelliği ise siyasi rejime “yol gösterip eşlik eden” ordu da şüphesiz Türk modelinin bir diğer önemli özelliğidir. “Politik doğruculuk” bakış açısından bakıldığında, askeri yönetim kuşkusuz çok olumsuz bir siyasi biçimdir, ancak uygulamada askeri yönetim, özellikle ülke İslamlaşmaya doğru kayarken, Türkiye’nin anayasal sistemini birçok kez “kurtarmıştır” diyebilirmiyiz?

Zan Tao: Eskiden ben de böyle düşünürdüm. Ancak, bazı genel ifadeler çok yetersiz ve genel olabilir. Türk ordusu elbette laikliğin önemli bir savunucusudur. Türkiye’de iç ve dış düşmanlara karşı savaşmak ordunun önemli bir misyonudur ve aynı zamanda M. Kemal’in ölümünden önce orduya bıraktığı “vasiyettir”. Bu durum Türkiye’de bir paradoks veya çelişme haline gelmiştir.

1940’ların ortalarından sonra Türkiye çok partili demokrasiye geçti ve ardından birçok askeri müdahale yaşandı. Bu Askeri müdahalelerin, parti politikaları tarafından alt üst edilen demokratik gündemi kurtarmak, aşırı İslamcı güçleri bastırmak ve Soğuk Savaş sırasında sol-sağ çekişmesinin neden olduğu sosyal anomiyi (bozulmayı) düzeltmek gibi pek çok gerekçesi vardır. Türkiye’de askeri darbelerin gerçekleşmesinde bazı zorlama faktörlerin olduğu da söylenebilir.

Reel politik faaliyetler ve politik çatışmaların gelişmesi orduyu harekete geçmeye zorladı ve bazen halk bile ordunun düzeni sağlamak için ortaya çıkmasını bekler olmuştu. Bu, demokratik siyasetin gelişimi açısından bir ironidir. Elbette ordunun bazı acımasız uygulamaları da eleştirilmektedir.

Laikliği savunmak, özellikle 1997’de Refah Partisi hükümetine karşı yapılan “28 Şubat yumuşak postmodern darbenin esas amacının Refah Partisi’nin radikal İslamcılığını bastırmak olması gibi, Türk ordusunun siyasete müdahale etme gerekçelerinden biri olmuştur. Türk ordusunun her müdahalesinden sonra iktidar mümkün olan en kısa sürede halka iade edilir, ancak aynı zamanda ordunun siyaseti denetlemesi kurumsal takip yoluyla sağlanmaya çalışılmıştır. Örneğin, Türkiye’de şu anda kullanılan anayasa 1980 askeri darbesinden sonra hazırlanmıştır ve Türk toplumu tarafından genel olarak reddedilmektedir. AKP uzun süredir anayasa değişikliklerine vurgu yapsa da, bunun asıl temelinde bu partinin kendi özel çıkarları yatmaktadır. Mevcut anayasa değişikliği gündemi çok yavaş ilerliyor.

Shanghai Book Review: Türk ordusu neden yüz yıl boyunca laiklik ilkesine bağlı kalabildi? Bu M. Kemal’e bir tür sadakat olarak anlaşılabilir mi?

Zan Tao: Türkiye savaşçı/asker bir toplumdur ve bu gelenek bozkırların göçebe dönemine kadar uzanır. Türk toplumunun elitleri temelde askerlerdir ve askerler birçok kez lider ve reformcu roller oynamışlardır. Osmanlı ve Türk Askeri elitlerin reformcu olma geleneği tarihte ilk kez 19. yüzyılın ortalarındaki Tanzimat dönemine kadar değişmemiştir. Bu Tanzimat ve sonrası değişim ve reform süreçleri, Avrupa’ya hayranlık duyan sivil bürokratlar tarafından yönetildi. Ancak buna rağmen askerlerin lider rol oynamaları ve reformcu statüsü değişmemiştir.

Daha sonra Jön Türk devriminin, Kemalist devrimlerin ve Cumhuriyet dönemindeki birçok tarihi olayın askerler tarafından yönetildiğini görebilirsiniz.

Türk ulusunun tarihinde askerlerin en büyük rolü oynadığı ve halk tarafından en çok güvenilen kişiler olduğu söylenebilir.

Tarihsel olarak bakıldığında, memur sınıfının yükselişi Osmanlı devletinin modernleşmesinin bir sonucudur. Bu aynı zamanda modern tarihin temasını, sivil ve asker kesim arasındaki ilişkide bir değişim yarattı. 1940 lardaki Demokratikleşme sonrasında, seçimlerle iktidara gelen siyasi elitler ile ordu tarafından temsil edilen geleneksel elitler arasında büyük bir gerilim yaşanmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu tarihinde Yeniçeriler önemli bir rol oynamıştır. Daha sonra Yeniçeriler zayıfladı ve muhafazakâr bir güç haline geldi. Ancak 19. yüzyılın ilk yarısında Sultan Mahmud Yeniçerileri silahla imha etmiş ve Avrupa’yı örnek alan modern bir ordu kurmuştur. 19. yüzyıldan bu yana Türk askerleri Türkiye’nin modernleşmesinde önemli bir itici güç olmuştur. Askerler ve devlet siyaseti arasındaki bu yakın ilişki sonra da devam etmiştir.

Cumhuriyet döneminde Türk ordusu Kemalist devletin savunucusuydu ve ideolojik eğitim de bu şekilde yürütülüyordu. Laiklik Türk ordusunun ruhunda vardır. Buna ek olarak ordu, bağımsız ve eksiksiz bir eğitim ve adam seçme sistemi aracılığıyla diğer ideolojilerin sızmamasını temel olarak başarmıştır.

Ayrıca, yukarıda da belirtildiği gibi, Türk halkının laiklik anlayışı da daha sonra giderek değişmiştir.

Şu andaki ordunun anladığı ve benimsediği laiklik artık M. Kemal’in zamanındaki radikal versiyondan tamamen farklı.

1980’deki askeri darbeden sonra, askeri hükümet dini eğitimin önemini vurgulamıştır. Bazı akademisyenler bu politikanın sol-komünist ideolojinin etkisine karşı koymak için olduğuna inanmaktadır. M. Kemal’in geliştirmeye vakit bulamadığı şey din eğitimiydi ki bu da böylesine önemli bir alanı başka güçlere bırakmak olmuştur. 

1980’lerde ortaya çıkan Özal ve daha sonra AKP’nin Erdoğan’ı benzer kişilerdir. Bunların hepsi sivil halkın içinden gelen siyasi elitlerdir. Bu grupların ortaya çıkmasının nedeni, Türkiye toplumunun modernleşme ve küreselleşmenin getirdiği önemli değişimlerden geçmesidir. Bu değişimler aynı zamanda Türkiye’nin geleneksel bürokratik ve askeri elitlerinin statüsünün azaldığına işaret etmektedir.

Siyasal alanda demokratikleşme, alt sınıf grupların seçim siyaseti yoluyla iktidara gelmelerini ve giderek daha fazla güç kazanmalarını sağlamıştır. Türkiye’nin demokratikleşme tarihine bakıldığında bu eğilimin çok açık olduğu görülebilir. Bu yüzyılın başlarında AKP iktidara geldi. Sadece parlamentoda mutlak üstünlüğe sahip bir parti olmakla kalmadı, aynı zamanda siyasi yollarla orduyu da yavaş yavaş kontrol altına aldı.

Bu gelişme sadece AKP’nin akıllıca bir yöntemi değil, aynı zamanda dünya çapında objektif tarihsel gelişimin genel eğilimini yansıtmaktadır. İki elit arasındaki çekişme bugün iki tarafın genel olarak eşit güçlere sahip olduğu bir şekilde devam etmektedir. Görünüşe bakarsak, kamu hizmetleri işini gören asker dışı sınıfın diğerine göre hafif bir avantaja sahip gibi görünmektedir.

Türkiye’de ordu tarafından temsil edilen laik güçler ile AKP tarafından temsil edilen siyasi güçler karşılıklı olarak birbirlerini ehlileştirmiştir. Tarihsel olarak ordu, AKP gibi radikal İslamcı partileri ılımlı olmaya zorlamıştır. AKP, de kendi siyasi ajandasını kullanarak bir ölçüde orduyu terbiye etmiştir. Artık Türk toplumu genel olarak siyasete askeri müdahalenin bir daha olmayacağına inanıyor. Demokratik sürece müdahale eden siyasi bir güç olarak ordu, giderek daha az sevilir hale gelmiştir.

Shanghai Book Review: Bana göre Türk modelinin bir başka önemli özelliği daha var ki o da Cumhuriyet’in kuruluşundaki otoriter renk. 1950’den önce, M. Kemal tarafından kurulan “Cumhuriyet Halk Partisi” aslında Türkiye’deki tek iktidar partisiydi. Ancak belki de bu otoriter ülkenin belli bir anayasacı renge sahip olduğu da yadsınamaz. Türkiye’nin o dönemdeki otoriter sistemini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Zan Tao: Bu dönem belirli bir tarihsel aşamaydı. Türkiye’nin kendi tarihsel gelişme mantığı vardı, bir de Türkiye’deki bu dönemin önemli bir dünya tarihsel arka planı vardı. Ne de olsa dünyada o dönemde otoriterlik çok yaygın bir kurumsal formdu.

Türkiye, 1876 yılında ilk anayasanın ilan edilmesine kadar uzanan uzun bir anayasacılık geçmişine sahiptir, ancak bu anayasa o dönemde hızla rafa kaldırılmıştı. Jön Türkler 1908 yılında iktidara gelerek Türkiye’nin ikinci anayasal dönemini başlattılar. M. Kemal dönemi otoriter bir dönemdi (1923-1946). Bu dönemde siyasi partiler üzerindeki yasağın kaldırılmasına yönelik girişimler olmuştur, ancak genel olarak konuşmak gerekirse, zaman kısa ve tarihsel etkisi küçük olduğu için pek ilerleme olmamıştır.

Modernleşmeye sonradan katılan ülkeler genellikle bir ikilemle karşı karşıyadırlar, yani doğal tarihsel süreçten daha hızlı bir şekilde ilerideki ülkeleri  yakalamak zorundadırlar, bu yüzden devletin gücünü kullanmak zorundadırlar. Batı dışı dünyada modernleşme, yaygın bir olgu olan otoriter yöntemlerle gerçekleştirilmektedir. Kemalistler yönetimindeki Türkiye de bir istisna değildir. Otoriter yolu kullanarak, modernleşmenin Kemalist versiyonu Türkiye’de büyük ölçekte ve derinlemesine gerçekleştirilebildi.

Tarihi, sonradan gelenlerin gözüyle keyfi olarak yargılayamaz ve yazamayız. Bunu yaparsanız tarihi tamamen inkar eden bazı görüşlerle karşılaşırsınız. Bu yaklaşımın sağlıksız olduğunu düşünüyorum. Kemalist dönem, Türkiye’nin bugünkü modernleşmesinin temelini atmış ve Türk tarihinin ilerlemesinde ve gelişmesinde kilit bir rol oynamıştır. Bunun asil ve mükemmel olmasını bekleyemezsiniz ya da bunu gelişigüzel küçümseyemezsiniz.

Shanghai Book Review: Türkiye’nin otoriter sistemi demokratikleşmeye doğru nasıl ilerledi? Türkiye’nin eski otoriter sistemi, Türkiye’nin gelecekteki demokratikleşmesini destekleyerek Güney Kore de olana benzer bir rol mü oynadı?

Zan Tao: Türkiye’nin otoriter sistemi demokratikleşmeye doğru ilerlemesinim pek çok nedeni var. Örneğin, M. Kemal’in halefi olan İnönü bir demokrattı. Özellikle de orduda görev yapmış ve büyük bir etki ve nüfuza sahip biriydi. Bir keresinde orduya itidalli davranmasını ve demokratikleşmenin ilk aşamalarında orduya siyasete müdahale etmemesini tavsiye etmişti. Daha önce de belirtildiği gibi, M. Kemal’in döneminde çok partili bir sistem denenmişti. M. Kemal 1938’de öldü ve sadece yedi yıl sonra Türkiye çok partili bir sisteme kavuştu. İlerleme hızının çok yüksek olduğu söylenebilir. Ayrıca çok önemli bir dış çevre de var. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Türkiye, jeopolitik nedenler ve ulusal kimlik nedenleriyle ABD’nin başını çektiği Batı kampına katılmıştır. Bu, onun otoriter sistemden kurtulması için özellikle önemli bir nedendir.

İç nedenlere gelince, Türkiye’de uzun zamandır farklı sesler vardı. Yeni Demokrat partiyi kurmak için ilk ortaya çıkan kişiler aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi’nin bazı eski üyeleriydi.

Shanghai Book Review: İronik bir şekilde, Türkiye kuruluşunun başlangıcında kendisini tek etnikli bir ülke olarak kabul etmesine rağmen, Kürt meselesi Türkiye’nin bugüne kadar kaçınamadığı bir etnik meseledir. Türkiye bu utançla nasıl başa çıkıyor?

Zan Tao: Kürt meselesi Türkiye için gerçekten çok önemli ve hassas bir konu. Bir yandan, ülkenin kuruluşunun başlangıcındaki kendini tanımlamasından, yani kibirli bir şekilde kendini tek bir ulus olarak tanımlamasından ve Kürtlerin etnik statüsünü tanımamasından kaynaklanıyor; diğer yandan, daha derin bir düzeyde bakarsak, Kürt sorununun ortaya çıkması Türkiye’nin yok gören milliyetçi politikasından kaynaklanmamıştır. Türkiye’nin kuruluşundan önce Kürtler, Avrupalı güçlerin tanıması ve desteğiyle bağımsız bir ülke kurmayı umuyorlardı. Daha sonra M. Kemal, Türk halkının bağımsızlık savaşını kazanmasına önderlik etti, Sevr Antlaşması çöpe atıldı ve Türkler batılı güçlerle yeni bir antlaşma (Lozan) imzaladı ve Kürt sorunu rafa kaldırıldı. Bu Kürtlerin tarihsel kaderiydi.

Türkiye’de 12 milyondan fazla Kürt yaşamaktadır ve bu sayı Türkiye’nin toplam nüfusunun yaklaşık beşte biri ile dörtte biri arasındadır. Kürtler kesinlikle küçük bir etnik grup değildir. Ayrıca Kürtler, Irak, Suriye ve İran’da önemli sayıda nüfusa sahip sınır ötesi bir etnik gruptur. Kürt meselesi bugüne kadar Türkiye’nin başına bela olmuştur. Bu mesele Türkiye’ye büyük miktarda milli servete mal olmuş ve on binlerce insanın hayatını kaybetmesiyle ağır bir bedel ödetmiştir, ancak hala iyi bir çözüm bulunamamıştır.

AKP son yıllarda Kürt meselesini çözmeyi en önemli önceliği haline getirmiştir. Bunu yapmanın iki ana yolu vardır. Bunlardan biri Kürtlerin yaşadığı güneydoğu bölgesine büyük yatırımlar yapmak ve yerel ekonomiyi geliştirmek, diğeri ise Kürtlerin siyasi parti kurmalarına ve seçimlere katılmalarına izin vermek, Kürtçe eğitim veren okullar inşa etmek ve Kürt medyasının varlığına izin vermek gibi Kürtlere daha fazla kültürel haklar tanımak demokratikleşme dediğimiz şeydir.

Aslında, sıradan Kürtler için bu sözde dil eğitimi ve kültürel haklar meselesi biraz “tavuk kaburgası” gibidir, çünkü Kürtler ana akım topluma entegre olmak için ulusal dili (Türkçe) kullanmak zorundadırlar; iyi bir hayat yaşamak için de iyi bir eğitim almak zorundadırlar. Yeni bir Kürt okul sistemi inşa edilirse, çoğu insan çocuklarını okula göndermek istemeyecektir ve eğitim kalitesi ve gelecek beklentileri hakkında bir şey söylemek zor. Buraya kadar söylediklerim tamamen politika ile ilgilidir.

Tarihin ve toplumun genel eğilimine bakacak olursak, Kürt meselesini yönlendiren ana faktör Türkiye’deki toplumsal gelişim sürecidir. Örneğin, Güneydoğu’dan çok sayıda Kürt batıya göç etmiştir ki bu esasen modernleşme ve kentleşmenin bir sonucudur; bir başka örnek de çok sayıda Kürt’ün eğitim veya siyasi katılım yoluyla topluma entegre olmasıdır ki bu entegrasyon da Türkiye’de Kürt meselesinin “ele alınmasında” ana akım trend olmuştur.

Ayrıca Türkiye’de Türkler ve Kürtler arasında evlilikler de nispeten yaygındır. Muhtemelen Kemalist dönemin zorunlu dil kısıtlama politikası nedeniyle Kürtlerin iki dillilik seviyesi çok yüksektir, Kürtlerin batıya doğru hareket etme eğilimi ile birlikte herkes Sünni Müslüman, bu nedenle evlilik ve Türkler ve Kürtler arasında bir arada yaşama konusunda büyük bir sorun yok.

Shanghai Book Review: Size bir soru sormadan edemeyeceğim. Türkiye gibi bir İslam ülkesi için demokrasi ve laiklik çatıştığında ya da başka bir deyişle değer sıralaması açısından demokrasi ve laiklikten hangisi daha önemlidir, demokrasi mi laiklik mi? Örneğin, aşırı dinci güçleri temsil eden bir hükümet demokratik seçimlerle iktidara geldiğinde ve din ve siyaseti birleştiren bir politikaya döneceğini açıkladığında (IŞİD ve Müslüman Kardeşler gibi), ordunun anayasal sistemi koruma yükümlülüğü var mıdır?

Zan Tao: Bu bence bir ilke meselesi değil, tarihi bir meseledir. Tarihsel olarak Türkiye’de İslami düzenin yeniden tesis edilmesini savunan bazı siyasi partiler olmuştur. Örneğin, 1960’lar ve 1970’lerde Milli Görüş Hareketi ve Milli Nizam Partisi (Erbakan). Bunlar İslam’ın Türkiye’nin sosyal ve siyasi hayatındaki rolünün tam olarak yeniden tesis edilmesini savundular, M. Kemal’in laikliğine karşı çıktılar ve “Türk ulusunun geri kalmışlığının nedeni İslam değildir” diyerek gençlere ilham vermeyi ve onları eğitmek için “Türk Müslümanların manevi değerlerinin” kullanılmasını savundular ve hatta İslam’ın devlet dini olarak yeniden tesis edilmesini, halifeliğin ve İslam hukukunun yeniden tesis edilmesini güçlü bir şekilde savundular.

Bu siyasi partiler, dini iddialarını bazı sol siyasi söylemlerle ve hatta aşırı milliyetçi ideolojilerle birleştirmiş, dünya kapitalizmini Müslüman kardeşlerini acımasızca sömürmekle eleştirmiş, yabancı pagan sermaye ile yerli Türk sermayesine eşit haklar verilmesini kınamış ve geniş halk kitlelerine İslam ahlak ve erdemlerini yeniden canlandırarak onlara evrensel mutluluk ve huzur sağlamayı vaat etmişlerdir. Bu iddialar birçok çiftçi, din alimi ve küçük ve orta ölçekli özel işletme sahibi tarafından desteklenmiştir.

Mayıs 1971’de Anayasa Mahkemesi, Milli Nizam Partisi’nin siyasi programının Türk devletinin laiklik ilkesini ihlal ettiğine karar vererek partiyi yasakladı; aynı zamanda bu parti ile yakından ilişkili olan Pan-İslamist Derneği de yasakladı ve İslamcı eğilimleri olan çok sayıda gazeteyi kapattı. Türkiye’nin 12 Eylül 1980’deki üçüncü askeri müdahalesinin ardından Kenan Evren başkanlığındaki askeri hükümet Kemalizme bağlılık yemini etti, “irticai ve diğer aşırı ideolojik görüşleri” kınadı ve dinin siyasi mücadelede kullanılmasını reddederek dinin siyasi bir araç olarak kullanılmasının yasak olduğunu vurguladı.

Temmuz 1983’te İslamcı Refah Partisi kurulmuştur. Partinin selefi Milli Nizam Partisi idi. Refah Partisi lideri Erbakan’ın konuşmaları Kuran ve Hadis’ten alıntılarla doluydu. Refah Partisi laikliğe açıkça karşı çıkmış, ülkenin İslami doktrinlere göre yönetilmesini savunmuş ve adil bir üretim ve bölüşüm sisteminin kurulmasını talep etmişti; dış politika açısından ise Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ve ulusal bağımsızlığını korumak için İslam ülkelerinin birleşerek ABD ve Batı’ya karşı savaşmasını savunmuştur.

1987 yılında Refah Partisi genel seçimlere katılmış ve %7 oy almıştır. Daha sonra oyların %16’sını aldı; ancak Aralık 1995’teki genel seçimlerde daha da şaşırtıcı sonuçlar elde ederek %21 oy kazandı. Daha sonra % 38 oy ve 158 sandalye ile Türkiye’nin en büyük partisi olmuş, ancak aldığı oylar tek başına hükümet kurmak için yeterli çoğunluğa ulaşmamıştır. 1990’lardaki yerel seçimlerde Refah Partisi daha da durdurulamaz hale geldi.

Ocak 1996’da Refah Partisi ilk kez bir hükümet kurma şansı elde etti, ancak radikal İslami savunuculuğu nedeniyle koalisyon hükümeti kurmak için bir ortak bulamadı ve hükümet kuramadı. Daha sonra, Refah Partisi radikal duruşunu yumuşatıp ayarlamaya başladı, önce hükümete katılmak için parti içinden ılımlıları öne çıkarmaya odaklandı, sert çizgisini azalttı ve açıkça laik sisteme ve demokrasiye bağlı kalacağına, Kemalizm ilkelerini izleyeceğine söz verdi ve aynı zamanda bazı asker kökenli parlamenterler aracılığıyla askeri liderlerle de iletişim kurdu.

Refah Partisi Ekonomik açıdan, pazar ekonomisi mekanizmasını uygulamayı, ekonomik reformu ve dışa açılmayı sürdürmeyi kabul etti ve Avrupa Gümrük Birliği ile birleşme sürecini hızlandırma sözü verdi. Maliye Bakanlığı dışındaki diğer önemli ekonomik fonksiyonel birimlerin liderliğini, laikliği benimseyen iktidar ortağı Doğru Yol Partisi’ne vermeyi kabul etti. Dış politika açısından Refah Partisi, İslam ülkeleriyle ilişkileri geliştirirken, Türkiye’nin Batı ile yakın ilişkilerini sürdüreceğini, Türkiye’nin uluslararası yükümlülüklerine uyacağını ve Avrupa Birliği’ne katılma çabasını sürdüreceğini belirtmişti.

28 Haziran 1996’da Cumhurbaşkanı Demirel, Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi’nden oluşan koalisyon hükümeti kabine listesini onayladı ve Erbakan başbakan oldu. Koalisyon hükümetinin kurulmasından sonra, Refah Partisi liderleri çeşitli ideolojileri uzlaştırmaya ve kendilerini ılımlı bir şekilde sunmaya çalıştılar. Ekim 1996’da Refah Partisi iktidara geldikten sonraki ilk ulusal kongresini düzenledi. Kongrede Erbakan laiklikle uzlaşmaya odaklandı ve pragmatik bir duruş sergiledi. Kongrede Erbakan Refah Partisi’nin M. Kemal’in gerçek halefi olduğunu, laikliği desteklediğini ve ordu ile iyi ilişkiler sürdürdüğünü vurguladı. Erbakan’ın konuşması parti içindeki genç İslamcı radikalleri hayal kırıklığına uğrattı.

Ancak radikallerin baskısı altında kalan Refah Partisi kısa bir süre içinde İslamcı fikirlerini pratik siyasi gündeme taşıdı. Ocak 1997’de Refah Partisi, İstanbul’un merkezi Taksim’de büyük bir cami inşa etme planlarını açıkladı. OysA Burası Türk devriminin ve laikliğin sembolüdür ve meydanda M. Kemal’in bir heykeli bulunmaktadır. Dolayısıyla bu plan, Türk laikliğine yönelik açık bir provokasyondu.

Bu radikal Plan, laik güçlerin güçlü tepkisine neden oldu. En sert tepkiyi Türk ordusu verdi. 28 Şubat 1997’de ordunun hakimiyetindeki Milli Güvenlik Konseyi Refah partiye 20 maddelik bir kontrol planı sundu ve ülke genelinde İslamcı davranışları engellemek için eğitim reformundan dini kıyafet kısıtlamalarına kadar çeşitli yasal ve idari önlemler almasını istedi. Refah Partisi ile koalisyon hükümeti kuran Doğru Yol Partisi de Refah Partisi’nin laiklik karşıtı tutumundan duyduğu memnuniyetsizliği dile getirdi ve koalisyon hükümetinden çekilme tehdidinde bulunmuştu. O günlerde Ülkede bazı manipülatif eylem ve gösteriler başlatıldı. (Ev ışıklarını söndürme ve başkaları)

Bu iç ve dış saldırılar altında Erbakan istifa etmek zorunda kaldı. 18 Haziran 1997’de, göreve gelmesinin üzerinden bir yıl geçmeden Erbakan istifasını Türkiye Cumhurbaşkanı’na sundu. Mayıs 1997’de Refah Partisi, “Türk Anayasası’nın laiklik ilkesini ve Siyasi Partiler Kanunu’nu ihlal ettiği” gerekçesiyle kovuşturmaya uğramış ve yargılanmıştı. İktidardaki AKP de 2008 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından aynı suçlamayla yargılanmıştır. Aradaki fark, Refah Partisi dağılmaya zorlanırken, onun “torunu” olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sadece çok büyük bir para cezası ile uyarılmış olmasıdır.

Ocak 1998’de Türk Anayasa Mahkemesi Refah Partisi’nin kapatılmasına karar verdi ve Erbakan ve arkadaşlarının önümüzdeki beş yıl boyunca siyasi faaliyetlere katılmaları yasaklandı. 2001 yılında Refah Partisi’nin içinden gelen daha ılımlı ve reformcu siyasetçilerin AKPsi kuruldu ve ertesi yıl yapılan genel seçimleri kazanarak tek başına hükümeti kurdu ve o zamandan beri iktidarda.

Bu tarihsel süreçlere baktığımızda, Türkiye’de siyasal İslam’ın görece güçlü bir toplumsal temele sahip olduğunu söylemek zorundayız. Ancak seçim sürecine dönüp baktığımızda, İslami partilerin ancak daha ılımlı hale geldiklerinde ve halkın gerçek sorunlarına daha fazla ilgi gösterdiklerinde daha fazla destek kazanacaklarını görmek zor değil.

AKP’nin en yüksek oy oranı %50’ye yakındı fakat ona oy verenler esas olarak dini rengi için oy vermiyor. Bu rakamdan ve yaptığımız analizden, Türkiye’de radikal siyasal İslam’ın çoğunluğun tercihi olmadığını görebiliyoruz. İslamcı partilerin ılımlılaşması, ordu tarafından temsil edilen laik güçler tarafından evcilleştirilmelerinin ve siyasi çıkarlarını azami ölçüde savunabilmek için yaptıkları ayarlamaların bir sonucudur. Aksi takdirde, AKP’nin son on yıldaki başarısını açıklamak zordur.

Siyaset dogmalardan oluşmaz. Ne İslami siyasi partiler ne de Türk ordusu statik oluşumlar değildir ve değişimler geçirmişlerdir. Tarih, Türkiye’de ılımlı bir İslami siyasi partinin ortaya çıkmasının birçok ilgili tarafın ortak çabalarının sonucu olduğunu göstermektedir. Türkiye’de IŞİD gibi bir siyasi partinin temeli yok. Küçük bir grup insan böyle bir örgüt kurmak istese bile, hiçbir şey başaramayacaktır. Laik güçler, muhalefet partileri, yargı sistemi ve ordu bu konuda kısıtlayıcı olabilir.

Shanghai Book Review: Son soru, dünyada dini aşırıcılığın yükselişi küresel bir sorun haline geldi. Türkiye gibi anayasal bir ülkenin “bu trendden kurtulabileceğini” düşünüyor musunuz? Türk halkının böyle bir siyasi bilgeliğe sahip olduğuna inanıyor musunuz?

Zan Tao: Genel anlamda bakarsak din ve laiklik arasındaki çatışma sadece Türkiye gibi ülkelerde yaşanmıyor. Bu aslında evrensel bir sorundur. ABD’de ve Avrupa’da da var. Bu gerçeğe dikkat ederken ve üzerinde düşünürken bile, değer konularını içeren bu çatışma zihnimizde de yaşanmıyor mu? Eğer ortada bir “Türk modeli” varsa, ben henüz bunun kararlı bir duruma ulaştığını söylemeye henüz cesaret edemiyorum. En fazlası, şu anda dinamik bir denge durumuna ulaşıldığını söyleyebilirim. Gerçeklik her zaman teori ve tahminden daha üstündür. M. Kemal’in laikliği başarılı oldu, ancak M. Kemal’in laikliği bir ulusun manevi ruhunun nasıl oluşturulacağı sorununu gerçek anlamda çözemedi.

Hatta M. Kemal’in zamanında İslam’ı reddetmeye yönelik uygulamalar ve eğilimler bile vardı. Bir ulusun ruhu nasıl olur da laikliğe dayanabilir? Bir ulusun ruhu nasıl olur da Yabancı değerlere nasıl dayanabilir? Teknoloji ve maddi şeyler kopyalanabilir, ancak manevi dünyaların başka yerlerden kopyalanması zordur. Din, muhtemelen insan uygarlığının ve insan kültürünün manevi olarak ulaşabileceği son durum olacaktır. Zorla değiştirme ya da dine karşı kayıtsızlık pek akıllı bir seçenek değil. Erdoğanizm, bence daha önceki sapmaları düzeltme çabasını temsil etmektedir. Erdoğanizmin Bazı yöntemleri tatmin edici olmasa da, genel yönelim zaten M. Kemal’de mevcuttur ve bu er ya da geç gerçekleşecektir. Erdoğanizm sadece popülizm değildir.

Kemalist dönemden önce bile Batı modernitesinin etkisinin büyük olduğu bu koşullarda bile Osmanlı’da topyekûn Batılılaşma tek seçenek değildi. Genç Türkler/Osmanlılar, Saidi Nursi ve Gökalp’in yapısal işlevselci yaklaşımının temsil ettiği modernite yanlısı uzlaşmacı gelenekler ve saydığım bu gruplar, İslam’ın Türk toplumundaki statüsüne ilişkin önemli düzenlemeler yapmıştır. Dolayısıyla İslamcılık, Müslüman bir toplum olan Türkiye’nin doğasında vardır.

Taliban ve IŞİD’in uygulamaları gibi bugün dünyada gördüğümüz aşırılıklara gelince, bunlar muhtemelen başka bir dini iddia olarak görülmelidir. Taliban ve IŞİD’in dini yorum ve uygulamalarının gücü, kendilerini dinin, ahlakın ve maneviyatın hakim tepelerine yerleştirmesinde yatmaktadır ki bu da laikliği rahatsız etmektedir.

Yukarıdaki açıklamalar ışığında, şu anda Türkiye’de böyle aşırı bir yola girmenin mümkün olmadığını, ancak İslamcılığın dürtüsünün içsel olduğunu söylemeliyim ve İslamcılığın aşırılığın üstesinden gelmenin bir yolunu bulması gerektiğini söyleyebiliriz. Manevi alanda başarmak için güç kullanmak sadece kısa vadeli sonuçlar doğuracaktır; Türkiye’nin bir İslami modernleşme geleneği vardır ve bu gelenek içinde İslami gelenekler günün gerçekliğine dayalı olarak yeniden yorumlanmıştır. Ancak bu İslami modernleşmenin içsel kusuru çözmeye çalıştığı sorun bilincinin yabancı ve modern olmasıdır.

Bugünlerde Küresel ölçekte dini canlanma, özellikle de siyasi amaçları olan dini faaliyetler/eylemler, önemli bir olgu haline gelmiştir. Bu olgu, geleneksel dini güçlerin bir “karşı saldırısı” değil, bunun yerine modernitenin krizidir. İnsanların modernleşme anlayışı büyük farklılıklar gösterse de, modernleşmenin ilk olarak Batı’da ortaya çıktığı ve pazar ekonomisi, bireycilik, demokratik siyaset ve modern teknoloji ile karakterize edildiği konusunda fikir birliği vardır.

Aslında dini yeniden canlanma ile evrenselci renklere sahip bir başka olgu, yani küreselleşmeye dayanan Batı ideolojisi ve yeni sosyal medyanın yayılması birlikte gelişmiştir. İkisinin de ortak amacı—dini yeniden canlanma ve küreselleşmeye dayanan Batı ideolojisi—daha adil ve makul bir dünya düzeni arayışıdır. Özellikle çağdaş toplumdaki ahlaki yozlaşma, ekonomik eşitsizlik, siyasi yozlaşma, aşırıcılık ve diğer olgular karşısında her ikisi de kendi müdahale planlarını önermişlerdir. Dini yeniden canlanma Batılı demokratik formlara uyum sağlayabilir ve bu ikisi arasında bir çelişki yoktur.

Modernleşmenin maddi ve somut kazanımlarını görmek kolaydır ve çoğu insan daha iyi bir laik yaşama karşı değildir. Ancak sorun şu ki, ruhani/manevi alanda da seküler/laik yaşamın hem yansıması ve hem de eleştirisi vardır ve hatta onlara göre laik yaşamın bir dereceye kadar yıkılması ve ardından yeniden inşa edilmesi gerekir. Bu olgu insanlık tarihinde nadir görülen bir durum değildir.

Belirli değerlerle daha uyumlu bir toplum inşa etmek barışçıl ve pastoral bir toplum değildir. Bu çabanın kanlı fırtınalardan geçmesi muhtemeldir. “Zafer” günü geldiğinde, sonucun çoğunluğu memnun etmemesi ve “istediğimiz bu değil” durumunun ortaya çıkması da muhtemeldir. Ayrıca çok geçmeden bu süreç tekrarlanacaktır. Bahsettiğiniz sorun sadece siyasi bir sorun değil, aynı zamanda özünde bir değer sorunudur. Değerler (medeniyetler) çatışması siyasi düzeyin ötesine geçtiğinde, uzlaşmak zor olacaktır. O zaman geldiğinde eğer uzlaşmada isteksizseniz veya korkuyorsanız bunun bir faydası olmayacaktır. Mücadele kaçınılmazdır. Gerçeklik çok acımasız. Askeri darbe son seçenektir. “Siyasi bilgelik” çok fazla kullanılan bir ifadedir fakat “siyasi bilgelik” her zaman o kadar da etkili olmuyor.

Paylaş

Bir Yanıt Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir