Neoliberalizmin İflasını Kaçınılmaz Kılan Dört Büyük Sorun ve Sosyalist Ülkelerin Neoliberal Politikalar Karşısında İlkeli Tutumu

Ferdi Bekir, Aralık 2025

1980’lerin sonlarından bu yana neoliberalizm, bazı Batılı kapitalist ülkeler ve uluslararası kuruluşlar tarafından tercih edilmiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde Batı ülkeleri tarafından benimsenen temel ideoloji olan neoliberalizm, dünya kapitalizminin ve Batının hegemonik ve hakim konumunu sürdürmek için bir meşruiyet işlevi görmüştür.

Fakat Latin Amerika’daki “orta gelir tuzağı”, Asya mali krizi, Avrupa borç krizi, 2008 ABD finans tsunamisi ve bunun sonucunda ortaya çıkan küresel ekonomik gerileme ile çeşitli piyasa başarısızlıkları, neoliberal ekonomik düşünce üzerindeki uzlaşmayı acımasızca sona erdirmiştir.

Bu arada, Afganistan ve Irak’taki savaşlar ile Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki “renkli devrim” girişimleri ve sözde “Arap Baharı” feci sonuçlara neden olmuştur. Bazı gelişmiş ülkelerde ABD merkezli sağ popülizmin, milliyetçiliğin ve korumacılığın yükselişi, neoliberalizmin siyasi ve ideolojik alanda gerileme yaşadığını net bir biçimde göstermektedir. Neoliberalizmin iflasının temel nedeni; uyumlu kalkınma, işbirlikçi kalkınma, ortak kalkınma ve kazan-kazan kalkınması gibi çağın ana temalarından sapan tam gaz özelleştirme, mutlak serbestleşme ve tam piyasalaştırmayı savunması ve uygulamasıdır.

Birincisi, Sermaye mantığının hükmetmesine izin vermek Dünyada ciddi bir kutuplaşmaya yol açmıştır.

Neoliberalizm, devlet veya hükümetin hiçbir şekilde müdahale etmediği bir piyasa ekonomisini savunur ve bu toplumsal üretimi ve ekonomik işleyişi düzensiz bir rekabet içine sokar. Özelleştirme ve piyasalaştırmanın dizginsiz uygulanması, kapitalistleri ve diğer insanları aşırı derecede azami kar peşinde koşmaya yöneltir. Şu anda, bazı gelişmiş Batı ülkelerinde, hanelerin en zengin binde biri, toplumdaki nüfusun geri kalan %90’ına denk bir servete sahiptir. Neoliberal reçeteleri izlemek nihayetinde, toplumda gelir eşitsizliğinin genişlemesine ve artan kutuplaşmanın neden olduğu toplumsal kaygı ve istikrarsızlık gibi acı sonuçlara yol açıyor.

Sosyal ve ekonomik eşitsizlik kaçınılmaz olarak siyasi hayatın düzenini ve siyasal alanın istikrarını olumsuz etkilemektedir. Ancak “hükümetin görünür eli” ve “pazarın görünmez eli”, kullanılarak çeşitli toplumsal katmanların çıkarları etkili bir şekilde koordine edildiği takdirde  uyumlu ve sürdürülebilir kalkınma sağlanabilir.

Hükümet, ekonomik alanda yönlendirici ve düzenleyici işlevlerini tam olarak yerine getirmeli, acımasız piyasa rekabetini dizginlemek için uygun önlemler almalı ve zengin ile yoksul arasındaki uçurumun büyümesinden kaynaklanan çeşitli toplumsal sorunlardan kaçınmak için piyasa ekonomisinin kör ve kendiliğinden doğasının üstesinden gelmelidir. Fakat birçok kapitalist ülke hükümetin zorlanmadığı takdirde bu çözümden kaçınmaktadır.

İkincisi, Serbest rekabetin aşırı vurgulanması, Küresel Güney’deki  gelişmekte olan ülkeleri kalkınma haklarını bastırıyor

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, dünyadaki siyasi çok kutupluluk, ekonomik küreselleşme, kültürel çeşitlilik ve toplumsal bilişim ve yapay zekanın hızlanan gelişim temposuyla birlikte, dünya ülkelerinin çıkarları ve kaderleri daha sıkı bir şekilde birbirine kenetlenmiştir. Farklı sistemlere, ve farklı gelişim aşamalarına sahip ülkeler giderek daha fazla birbirine bağımlı hale gelmekte, ekonomileri iç içe geçmekte ve çıkarları önemli ölçüde ortaklaşmaktadır.

Terörizm tehditleri, iklim değişikliği, enerji güvenliği, uyuşturucu kullanımı ve küresel ekosistemlerin aşırı sömürülmesi ve yok edilmesi, tüm ülkelerin ulusların ortak çabasını gerektiren çok sayıda küresel sorun ve meydan okuma sunmaktadır.

Ülkeler arasında rekabet hala mevcut olsa da işbirliği alanı genişlemektedir. “Yalnız giden hızlı gider, birlikte giden uzağa gider”—bir ülkenin sosyo-ekonomik kalkınması, başkalarının sömürülmesine değil, diğer ulusların ortaklaşa kalkınmasına giderek daha fazla dayanmaktadır.

Bir yandan insanlığın ortak çıkarları artmaya devam ederken, son döneme kadar neoliberalizm küresel ölçekte rekabetin ve ticaretin serbestleştirilmesini vurgulamaya devam etmiş, ekonomik oligarkların kontrolsüz bir şekilde genişlemesine izin vererek, yerel hükümetlerin ticari-ekonomik kısıtlamalarını baypas edip doğrudan servete el koymalarını sağlamaktadır. Bu durum, gelişmekte olan ülkeleri ve halklarını daha fazla acıya sürüklemekte, uluslar arasındaki kalkınma dengesizliğini ve küresel eşitsizliği şiddetlendirmektedir. Çağın eğilimine ters düşen böyle bir teori ve politika doğal olarak tarihin çöplüğüne gidecektir.  

Son dönemde gelişen küreselleşme karşıtı dalga gelişmekte olan ülkeleri ve onların halklarını daha da zor duruma sokmakta, sağ popülizm ile birlikte çeşitli ülkelerde otoriter siyasi oluşumlar güçlenmiştir. Türkiye’de zaten uzun bir zamandır geleneksel otoriter siyasi yapı ile demokrasinin birlikte götürüldüğü karma ve hibrit bir yapı var iken, yukarıda ve halk içinde siyasi kutuplaşma artmaktadır.

Soğuk Savaş sonrası Batı ülkeleri tarafından benimsenen temel ideoloji olan neoliberalizm, dünya kapitalizminin ve Batının hegemonik ve baskın konumunu sürdürmek için bir meşruiyet işlevi gördü. Ancak, insan toplumunun gelişimi ve ilerlemesiyle birlikte, tek amacı servete el koymak ve kendi çıkarlarını pekiştirmek olan emperyalist ve hegemonyacı güç politikaları giderek daha az popüler hale gelmiştir.

Bir ülkenin etkisi kesinlikle siyasi, ekonomik ve askeri gücüyle ilgili olsa da, izlediği yolun adalet ve hakkaniyetle uyumlu olup olmadığı da çok önemli bir faktördür.  ABD, NATO ve çeşitli Batılı güçlerin itibarı gün geçtikçe zayıflamaktadır.

Yeni yüzyılın başından bu yana, Çin, Vietnam gibi sosyalist ülkeler ve Güney Afrika, Brezilya ve diğer yükselen ülkelerin güçlenmesiyle birlikte gün geçtikçe daha adil ve rasyonel bir dünya düzeni şekillenmektedir. Bu yeni düzen hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin haklarını güvence altına almalıdır. Büyüklüğü, gücü veya zenginliği ne olursa olsun tüm ülkeler BM önderliğinde mevcut uluslararası düzeni tanıyan, uluslararası mekanizmalara saygı duyan, uluslararası kurallara uyan ve uluslararası işbirliğine katılan uluslararası toplumun eşit üyeleri olmalıdırlar ve bu olasılık her geçen gün güçlenmektedir.

Üçüncüsü, Neoliberalizm İnsan toplumunun çeşitliliğini ve karmaşıklığını reddetmekte ve farklı kalkınma kavramlarına ve modellerine hayat hakkı tanımıyor 

Neoliberalizm, Batı sistemlerinin ve Batılı sözde “evrensel” değerlerinin yegane doğru değerler olduğu ideolojisini yaymaktadır.

Fakat insan gelişiminin tarihi, Batı’daki kapitalist ekonomik ve toplumsal sistemlerinin rasyonalitesinin belirli tarihsel dönemler ve bölgelerle sınırlı olduğunu, dünya çapındaki Batı’nın kapitalist modernleşme yolunun tüm ülkelere ve tüm bölgelere çözüm olabilecek “evrensel olarak doğru “ bir tercih olmadığını kanıtlamaktadır. Bugün dünyada meydana gelen önemli ve kapsamlı değişiklikler, insan uygarlığının ilerlemesinin arkasındaki ana itici gücün siyasi çok kutupluluktan, ekonomik ve toplumsal sistemlerin çeşitliliğinden ve küreselleşme bağlamındaki kültürel çoğulculuktan güç alabileceğini kesin bir şekilde göstermektedir.

“Bir ağaçtaki iki yaprağın birbirinin tıpatıp aynısı olmaması gibi, evrensel olarak uygulanabilir deneyimler veya her ülkeye uyan değişmez kalkınma modelleri de yoktur.” Her ülke kendi gerçeklerine uygun bir kalkınma yolu ve kalkınma yolu görüşü seçmeli ve kendi izleyeceği yolu seçme hakkına sahip olmalıdır, çünkü pratik, dünyadaki tüm başarılı kalkınmaların miras ve yenilikçi inovasyonun bir birleşimi olduğunu kanıtlamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana izlenen Neoliberal pratikler, Batı sistemlerinin ve batılı değerlerinin asla her derde deva olmadığını ve gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğunun pratik sorunlarını çözemeyeceğini kanıtlamıştır. Aksine, ilgili ülkeleri ve bölgeleri düzensizlik, kargaşa, çatışma ve hatta savaş bataklığına sürüklemiştir.

Neoliberalizm ve hegemonyacılıktan ve emperyalist yoldan farklı bir yol izleyen Çin ve diğer sosyalist ülkeler dünyanın çeşitliliğini ve dünyanın çoğulcu yapısını kabul etmektedirler. Çin ve diğer sosyalist ülkeler diğer dünya ülkelerini kendi iradesine boyun eğmeye zorlamaya veya ikna etmeye karşı çıkar ve her ülkenin kendi kalkınma modelini ve felsefesini izlemesini açıkça savunmaktadırlar.

Çin ve sosyalist ülkelerin bu yaklaşımı, giderek daha fazla ülkeden artan bir sempati ve destek görmektedir. Bir ülkenin veya çok az sayıda güçlü ülkenin uluslararası söyleme hakim olduğu ve hatta insanlığın kaderini kontrol etmeye çalıştığı durum adım adım tarih olmaktadır. Küresel siyasi manzaradaki bu denli önemli değişiklikler göz önüne alındığında, hala Batı ülkelerinin dünyaya hakim olma fikrini barındıran neoliberalizm, bütün çabalarına karşın başarısız olmaktadır.

Dördüncüsü, Neoliberalizm Bireysel özgürlüğü ve özel mülkiyeti temel çıkış noktası olarak alarak, güçlü Batı ülkelerinin kendi dar çıkarları ve kendi kalkınma fırsatlarını korumalarını kutsarken  diğer ülkelerin sosyo-ekonomik gelişme çıkarlarını inkar etme eylemlerine teorik temel sağlamaktadır

Pratikte bu tür dışlayıcı ve bencil bir teori, uluslararası toplumu ancak çatışmaya ve düşmanlığa sürükleyebilir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, barış, kalkınma ve ülkeler arası eşitlikçi işbirliği tüm ülkelerin ve halkların temel talepleri haline gelmiş ve bunun sonucunda uluslararası ilişkilerin doğası ve çehresi muazzam değişikliklere uğramıştır.

 “Sen kaybedersin, ben kazanırım; sen gelişirsin, ben gerilerim” şeklindeki sıfır toplamlı oyun yaklaşımı giderek zayıflamaktadır bunun yerine ülkelerin ilişkilerini ve çıkarlarını esas olarak kurumsal kurallar aracılığıyla koordine ettiği bir sistemin kurulması talebi giderek güçlenmektedir. Eşitlikçi işbirliği ve kazan-kazan alışveriş yaklaşımı ülkeler arası ilişkilerde güçlü bir trend haline gelmektedir. Dünyamız ve “Küresel köy” artık sıfır toplamlı bir ölüm kalım savaş alanı değil, giderek tüm ülkelerin fırtınaları birlikte göğüslediği bir kader birliği topluluğu haline gelmektedir.

Bu arka planda neoliberalizm, değişen çağa ve gelişen yeni trendlere uyum sağlayamıyor. Eski “kazanan her şeyi alır” muhafazakar ve hegemonyacı zihniyeti terk edip kazan-kazan, çoklu kazan-kazan ve paylaşılan ortak faydalar gibi yeni kavramları benimseyemiyor.

Bunun yerine, sağ ve sol kanat neoliberalizm Batılı finansal oligarkların ve Batılı kapitalist dev şirketlerin uluslararası pazarları ele geçirme ve gelişmekte olan ülkeleri kontrol ederek genişleme ihtiyaçlarını karşılamak için, güçlünün zayıfı avladığı “orman kanununu” yeniden canlandırmıştır. Eğer bu tür bir “orman kanunu” ortamı zemin kazanırsa, bunun kaçınılmaz sonucu birçok gelişmekte olan ülkede ekonomik durgunluk ve yoksullaşma daha da derinleşecek gelişmiş kapitalist ülkelerin bizzat kendi içinde ve Kuzey’deki gelişmiş kapitalist ülkeler ile Küresel Güney’deki gelişmekte olan ülkeler arasında çelişkiler ve çatışmalar daha da keskinleşecektir.

Son yıllarda tüm sosyalist ülkeler kendi ulusal çıkarları ile tüm ülkelerin çıkarlarıyla birleştirmeye özellikle Küresel Güney ülkelerinin mücadelelerini desteklemeye, kendi ulusal çıkarlarını gözetirken diğer ülkelerin haklı endişelerini dikkate almaya ve ortaklaşa çıkarların yakınlaşmasını gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Dünyanın tüm sosyalist ve ilerici parti ve örgütlerine manevi ve entelektüel destek vermeye büyük önem veriyorlar.

Sosyalist ülkeler insanlık için ortak bir geleceğe sahip bir topluluk (kader birliği) kavramının kök salmasını sağlamak için, çeşitli küresel ve bölgesel uluslararası mekanizmaları güçlendirmeye ve birçok kanalı kullanarak ülkeler arasında iletişim ve işbirliği platformları oluşturmaya kararlı bir çaba içindeler. Kuşak ve Yol Girişimi ve Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB), BRICS ve diğer örgütler ve girişimlerle tüm ülkelere ortaklaşa kalkınma için fırsatlar ve alan sağlamaya çalışıyorlar.

Paylaş

Bir Yanıt Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir