Roland Boer: Çin Sosyalizmini Keşfetmek: Kişisel Bir Anlatı
Çeviren: Ferdi Bekir

Türkçeye Çevirenin Notu: Prof. Roland Boer, ilk çalışmalarında Rusya ve Batı Marksizmlerine, özelllikle de Marksizmin bu bölgelerde karmaşık tarihsel ve dinsel yapılarla nasıl etkileştiğine odaklandı.
Cennetin Eleştirisi ve Dinin Eleştirisi adlı iki yapıtı Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlandı. Şimdi ise çalışmalarının gövdesini Çin Marksizmi ve Çin’e Özgü Sosyalizm İnşa Teorisi oluşturuyor. Dünyanın, birçok bölgede zengin ve uzun soluklu sosyalist deneyimlere sahip olduğu inancıyla, sosyalizmin gerçek inşasıyla gittikçe daha fazla ilgilenmeye başladı. Bunun için Çin’de çalışmaya başladı ve Çince öğrendi. Son 17 senesinin önemli bir bölümünü Çin’de geçirdi.
Çin’in en önemli üniversitelerinde çalışmakta ve Marksizm ve Marksizmin Din Felsefesi üzerine dersler vermektedir.
Başlıca eserleri için bakınız : https://en.wikipedia.org/wiki/Roland_Boer
Tüm tasarılarıma rağmen, Çin’e ilk olarak on bir yıl kadar önce, sosyalizme ilişkin bir yığın önyargı ve düşünüş ile geldim. Tüm bu önyargılarıma teker teker meydan okundu; zayıflatıldı ve sonra parçalandı. O zamandan beri, kavrayışımı neredeyse sıfırdan yeniden inşa ediyorum. Bu önyargılardan bazıları yüzeyseldi, ancak gelene kadar onlara sahip olduğumun dahi farkında değildim. Örneğin, paranoyak bir komünist partinin her hareketimi izlemek için casuslar göndereceği konusunda uyarılmıştım. Bunu biraz saçma bulmuş olsam da, tüm iyi niyetime rağmen, kendimi gerçekten takip edilip edilmediğimi merak ederken yakaladım. Bir diğeri, sık sık tekrarlanan, Çin’de hiç kimsenin artık Marksizme ‘inanmadığı’, aslında Çin halkının ondan neredeyse hiç bahsetmediği şeklindeki yorumdu. İnsanların Marksizm ve sosyalizmi yalnızca gündelik birer mesele olarak özgürce bahis konusu ettiklerini değil aynı zamanda herkesin bu konuları okulda okuduğunu öğrenmem ve bu safsatanın çözülmesi 24 saat sürdü.
Diğer önyargılar daha derine yerleşmişti: Sosyalizmin ekonomik meselelere indirgenebileceği; Çin’in 1979 ile 1989 arasında bir noktada kapitalizmle kucaklaştığı; Mao Zedung’un iyi ve Deng Xiaoping’in kötü çocuk olduğu; “Çin’e Özgü Sosyalizm”in sosyalizmle pek ilgisi bulunmadığı; “sosyalist piyasa ekonomisi” kavramının anlamsızlığı; Komünist Partinin herhangi bir biçimde demokrasi ve ‘insan hakları’yla ilgilenmediği ve bunların unutulması gerekliliği… Sahip olduğum birtakım kavrayışların, gelişimi uzun süre Felsefeye ve dünyayı algılama biçimlerine dair spesifik varsayımlarıyla Avrupa Marksizmine gömülü biçimde gerçekleşen sosyalizme dair olduğunu eklemeliyim.
Bu varsayımların dağılışı, en hafif tabirle, kaygı verici bir süreçti; fakat aynı zamanda canlandırıcıydı ve yepyeni içgörülerle doluydu. Şimdi, on yıl kadar sonra, sözünü ettiğim hiçbir pozisyonda konumlanmıyorum. Fakat süreç çoğunlukla, sonuçta eve giden yolun ancak ortasında bulunulduğu ortaya çıkacak olan bir yeniden konumun, bir geçiş noktasının inşası şeklinde işler. Kısacası, verili olduklarını varsaydığım neredeyse tüm kategorileri ortadan kaldırmaya devam ediyorum ve Çin Marksizminin kapsamlı etkisi temelinde yeni kavrayışlar oluşturmak için çalışıyorum. Nereden başlamalı?
İnsan Hakları
Belki de ‘insan hakları’ çözülmesi en kolay olanıydı. İlk olarak on altıncı yüzyılda Hollandalı filozof ve hukukçu Hugo Grotius tarafından önerildiği de düşünüldüğünde, insan hakları fikrinden her zaman şüphelenmiştim. Grotius, Orta Çağ’ın tekil (ve kaçınılmaz olarak Tanrı ile bağlantılı) ‘hak’ karakteristiğinden, çoğul ‘haklara’ önemli bir geçiş yaptı. Bu hakları, zaten, ‒yaşam, özgürlük vb.‒ satın alınabilen veya satılabilen metalar olarak görüyordu. Dolayısıyla, Çin’i karalamak ve sözde suistimallerini gün yüzüne çıkartmak üzere ‘insan hakları’nın uluslar arası gayretlerce rutin kullanımına fazla dikkat etmedim.
Çin Marksizmi üzerine bir çevrimiçi ders (MOOC) için 1930’ların başında Jiangxi-Fujian Sovyeti’nin kurulduğu Ruijin’e gittim. ‘Ruijin ethos’ olarak adlandırılabilecek yaklaşım burada gelişmişti: önce insanların yiyecek, barınma, giyim ve güvenliğe olan ihtiyaçlarına odaklanın ve sonra komünist olmalarını bekleyin. Bu, Çin Marksizminin insan hakları kavrayışını anlamlandırmanın kapısını araladı. Bu tür haklar evrenseldir, ancak belirli durumlara ve geçmişlere dayanırlar. Bu nedenle, Avrupa geleneği bireysel siyasi ve medeni haklara odaklanır, ancak hayati önemdeki ekonomik refah hakkını ihmal eder (ki bunun çok kritik sonuçları vardır). Ruijin ethos’unda, belirgin bir şekilde kolektif bir odaklanma ile ortaya çıkan tam da bu haktır. Ve azınlık politikalarından Bir Kuşak Bir Yol insiyatifine kadar genişleyen bir hattaki sayısız devlet politikasında karşılık bulmaya devam ediyor. Yani Çin için, farklı bir vurguyla, çok daha farklı koşullar altında gelişen bir insan hakları geleneği söz konusudur. Bu, siyasi ve medeni hakların ihmal edildiği anlamına gelmez, ancak bunların bu daha geniş çerçeve içinde anlaşılmaları gerekir.
Sosyalist Demokrasi
‘Demokrasi’ye gelince, bu konuda da daha önceden gelen, yerleşik şüphelerim vardı. Burada burjuva demokrasisine ve bu özel demokrasi biçiminin, herhangi bir niteleyici olmaksızın, bu haliyle demokrasinin kendisi olduğu şeklindeki iddialara ilişkin şüphelerimi kastediyorum. Parlamenter partilere dayanan burjuva demokrasisinin önemli kısıtlarının bulunduğunu, bunun demokrasinin yalnızca tarihsel bir tezahürü olduğunu, bu tür iddiaların anlamsızlığını bilecek kadar deneyimliydim ve okumuştum. Herkesin doğrudan katılımını, seçim ve iptal mekanizmalarını, kolektif bir irade arayışını içeren bir alternatifin ne olabileceği hakkında bir fikrim vardı ‒biraz da Paris komünündeki Marx gibi. Sosyalist demokrasi bu, diye düşünüyordum kendi kendime. Devletin halkla teması kopuk, yabancılaşmış mevcudiyetinin örtük ve öncel kabulü dolayısıyla algımın büyük oranda devlet karşıtı (ÇN: Anarşizan) olduğunu söylememe gerek yok sanırım?
O zamanlar henüz bu algının (neo-)liberal çerçeveden derinlemesine beslendiği benim için çok açık değildi. Şimdi fark ediyorum ki bu, dünyanın liberalizmin baskın olduğu bölgelerinde anarşizmin bu denli popüler olmasıyla oldukça uyumlu bir durum. Bu önyargılarımla Çin’de sosyalist demokrasinin hiçbir türlüsünü olmadığı söylenebilirdi.
Bu önyargının çöküşü, Çin’de sürekli bir seçim mekanizmasının işlediğini keşfetmemle başladı. İster kırsal ister şehir bölgelerinde olsun, yerel seçimlerde, yerel yönetim temsilcileri seçilebilir; ve bunlar Komünist Parti içinden veya dışından adaylık koyabiliyorlar.
Peki ya parlamentonun iki meclisi, Ulusal Halk Kongresi (UHK) ve Çin Halkı Siyasi Danışma Konferansı (ÇHSDK) için seçim süreci nasıl işliyor?
Süreç, istenildiği kadar kişinin seçilebildiği köyler ve yerel halk meclislerinde başlar. Bununla birlikte, sayı genellikle mevcut yer sayısının yüzde ellisini geçmez. Buradan itibaren seçimler, son delegelerin seçildiği il halk meclisine kadar birkaç katmanda devam eder. Bir delege seçildikten sonra beş yıl görev yapar. Diğer bir deyişle, süreç doğrudan ve dolaylı seçimlerden biri şeklinde işler. Komünist Parti’nin kongresine delege seçmek için de benzer bir süreç geçerlidir.
Bu açıkça demokratik bir pratik. Ama soru hâlâ geçerli: Komünist Parti ne olacak? Komünist Partinin iktidarı oylanabilir mi? Çoğu kişi için bu soru ‘gerçek demokrasi’ sınavıdır. Bu noktada problem, sorunun kendisinin, birbirine benzeyen çok sayıda partinin düzeni sorgulamadan iktidar için yarıştığı burjuva demokrasisi varsayımlarına ihanet etmemiz gerekir. Kesin olarak, bir burjuva demokrasisi taklidi olmayan Çin’de işler bu biçimde işlemiyor. Öte yandan Komünist Partinin demokrasideki rolünü belirlemek biraz daha fazla zamanımı aldı.
Kısaca ifade etmek gerekirse sosyalist demokrasinin işlemesi için bir Komünist Parti iktidarda olmalıdır.
Bu başlangıçta bir paradoks gibi görünebilir, ancak değil. “Proletarya diktatörlüğü” kategorisini kullanarak şu şekilde ifade edeyim: Marx ve Engels tarafından ilk kez kullanılan ve daha sonra Lenin ve Stalin tarafından geliştirilen proletarya demokrasisi, çoğunluğun ‒işçiler ve köylülerin‒ devlet mekanizması aracılığıyla, ‘burjuva diktatörlüğünü’ kurmuş muhaliflerini ezmesine olanak veren merkezi ve baskıcı bir güçtü.
Burada anahtar, çoğunluğun iradesini ortaya koyabilmesidir. Yine de bu yalnızca başlangıçtır. Çin örneğinde, Mao Zedung bu kategoriyi, “halk için demokrasi ve gericiler üzerinde diktatörlük” olarak gördüğü “demokratik diktatörlüğe” dönüştürdü (1949). Değişime dikkat edin: proletarya “halk” ve yönetenler haline geldi. Çinli minzhu bize ‘demokrasi’nin asıl anlamını hatırlatıyor, halk yönetimdedir ve efendidir. Bütün bunlar Deng Xiaoping’in, ikincisi ‘halkın demokratik diktatörlüğü savunmak olan dört ana ilkesinde tam olarak ifade edilecektir.
Deng‘in Reformlar yaparken bağlı kalınmasını savunduğu Dört büyük ilke: sosyalizm yolunda ilerlemeye bağlılık, proletarya diktatörlüğüne bağlılık yani (halkın demokratik diktatörlüğü), sosyalizmin inşasında Komünist Parti’nin önderliği ilkesine bağlılık, Marksizm-Leninizm ve Mao Zedung Düşüncesi’ne bağlılık.
Ama buradaki halk kavramı nedir? ‘Orta sınıf’, burjuvazinin Avrupa tarihinin özelliklerini çağrıştırdığı için en uygun terim olmasa da; bunlar işçiler, çiftçiler ve sosyalist orta sınıf olarak nitelendirilebilecek kişilerdir.
Ya da şöyle ifade edelim: yoksulluktan kurtulan ve sosyalizmin aslında hayatlarını iyileştirdiğini gören insanlar halktır… Deng Xiaoping’in formülünün önemi, ‘halk’ın herkesi kapsamasıdır.
Peki ya karmaşık seçim sistemleri, kamuoyu, diğer siyasi partilerden gelen geri bildirimler ve politikalar aracılığıyla onları kim yönetiyor ve temsil ediyor? Deng Xiaoping ilkelerinin bir sonraki maddesi cevabı veriyor: Komünist Parti’nin Önderliği. (hegemonya)
Çelişki Analizi
Şimdi, hâlâ, tıpkı önceden olduğu gibi, hatta daha da fazla olarak, yeniden ve yeniden düşünülmeye ihtiyaç duyan şeyleri araştırıyorum. Bu nedenle, şöyle bir duraklamak ve önemli bir deneyimi tanımlamak için iyi bir zaman. Bu deneyim, ilk başta oldukça soyut gibi görünen bir fikre, çelişkiye (ÇN: Marksist diyalektik) ilişkindir. Halbuki bu fikrin derin ve çok somut çıkarımları var.
Bu deneyimin ilk aşaması , ‘ütopya’ üzerine Çinli bir meslektaşla yürüttüğümüz bir tartışmaydı.
Avrupa bağlamında, ütopya elbette hem yer-olmayan hem de iyi bir yer olarak ütopyadır; ancak her durumda bir miktar mükemmellik fikrini gerektirir. Burada gerilimler ve çatışmalar aşılmış, uyum ve barış sağlanmıştır. Bu, Çin datong’u olarak bildiğimiz ‘Büyük Uyum’ ile aynı şey değil mi, diye sordum. Hayır, diye yanıtladı meslektaşım.
Daha sonraları, gelenek içinde gelecekteki bir durum olarak yeniden şekillenen, akabinde komünistler tarafından sahiplenilen ve yeniden yorumlanan (Mao bunu çokça seviyordu) bu eski Konfüçyüsçü fikir, aslında benim anladığım şekliyle ‘mükemmellik’ demek değildi. Daha ziyade, karşıtların ve aslında çelişkilerin hâlâ mevcut olduğu, ancak birbirleriyle çatışmadıkları anlamına geliyordu. Yin-yang’ı düşünün, dedi meslektaşım: zıtlar yalnızca birbiriyle sarmalanmış değil, yakından bakarsanız, aynı zamanda bir tarafın diğerinin bağrında olduğunu göreceksiniz.
Öğrenmemde İkinci aşama Mao’nun “Çelişki Üzerine”sini altı hafta boyunca inanılmaz bir dikkatle okuduğumuz olağanüstü bir seminerdi. Bir süredir, sosyalizm altında çelişkilerin nasıl varlıklarını sürdürdüğü sorusuyla uğraşıyordum.
Belirli bir ‘Batılı’ yaklaşıma göre, çelişkilerin ortadan tümden kalkması beklenir: devletin kendisi değilse de, sınıflar, ekonomik sömürü, ideolojik çatışma silinip süpürülecektir.
Sovyetler Birliği üzerine yaptığım çalışmalar aracılığıyla, özellikle 1930’lardaki sosyalist kazanımların ışığında (bu gerçekliğe dair farkındalığım da zaman aldı), sosyalizm altında da çelişkilerin ortaya çıktığını anlamaya başlamıştım. Bu yüzden, titizlikle Marksist düşüncenin bu gerçekle nasıl uzlaştığını izlemekteydim.
Eğitim seminerindeki Bazı katılımcılar bana karşı biraz sabırsızdı. Elbette sosyalizmle çelişkiler ortaya çıkıyor!
Mao’nun makalesi bunu çok çok açık bir biçimde ortaya koyuyor. Ama ne tür çelişkiler? Çelişkiler mücadele ve çatışmaya işaret etmez mi?
Makalenin birçok bölümü çelişkilerin doğasına ve bunların birbirleriyle ilişkilerine değiniyor. en önemlilerinden biri, ‘antagonist yani uzlaşmaz olmayan çelişkiler’e ilişkin son kısımdır. Burada Mao, Sovyetler Birliği’nde irdelenmeye başlanan, sosyalizm altında sınıfların varlıklarını sürdürdüğü düşüncesiyle birlikte, üretim güçleri ve ilişkileri arasındaki çelişmeleri ele alıyor.
Ancak Mao, Çin felsefesinin ışığında bunu çok daha ileri götürdü. Bir noktada, dört karakterli bir Çince deyişi alıntılıyor: xiangfan xiangcheng, ‘birbirine karşı olan şeyler de birbirini tamamlar’. Böylece çelişkiler, komünist bir devrime yol açan olaylarda görüldüğü gibi, her zaman uzlaşmaz hale gelebilir ve çatışmaya yol açabilirler. Ancak, aynı zamanda uygun bir şekilde ele alınırlarsa, antagonistik hale gelmeleri engellenebilir de. Mao, sosyalizmi inşa etmeye başladığı ilk günlerde kaleme aldığı, 1957 tarihli bir denemede tam da bunu vurgular. Partiye, var olan çelişkilerin antagonizmaya evrilmemesine odaklanmasını önerdiği denemenin başlığı ‘Halk Arasındaki Çelişkileri Doğru Bir Şekilde Ele Almak’tır.
Sosyalist Pazar Ekonomisi
Çelişki meselesini tartıştığım, düşündüğüm ve çalıştığım yıllar boyunca, kendimi ekonomik sorular üzerine düşünürken buldum. Sosyalizmin, Çin’de dizginlenmemiş bir kapitalizmden farklı bir şey olduğunu fark ettiğimde, ilk olarak bu ikisini, çelişki kavramını Çin ekonomisine uygulamaya çalıştım. Yine de bu durumu anlamak için Avrupa’nın kategorilerine, özellikle beni pek çok yönden etkileyen Marksist Ernst Bloch’a güveniyordum. (Mao’nun 1957 den sonraki fikirlerinin etkisiyle) Çin’de baş çelişkinin sosyalizm ve kapitalizm arasında olduğunu iddia etmeye başladım. Bu tezimin işe yarayabileceği, yani sonraki üretim tarzlarının öncekileri tümüyle iptal etmediği görüşüne varan bazı görüşler oluşturdum.
Yeni üretim tarzları, daha ziyade önceki üretim tarzlarının çelişkilerini özümserler ve onları yeni bağlama uyarlarlar. Bu durumu kapitalizmde görüyorsanız, bu diyalektik sürecin sosyalizmde de gerçekleştiğini iddia edebilirsiniz.
Dolayısıyla, sosyalizmde, özellikle üretici güçlerin özgürleştirilmesi aracılığıyla, kapitalizmin mekanizmalarının ve biçimlerinin her türlüsünü görmeyi beklersiniz; ancak doğru değildir bunlar artık yeni sosyalist çerçeveye uyarlanmışlardır.
Hâlâ üretim tarzlarına ilişkin bu özel noktanın geçerli olduğunu ve kuvvetli bir Marksist görüş içerdiğini düşünüyorum. Birçok yönden Sovyetler Birliği’nde olanları anlamlandırıyor; ve Çin’i Sovyetlerin çok ilerisine taşıyan süreci anlamama yardımcı oluyor.
Ancak yine de ‘sosyalist Pazar ekonomisi’ni anlamlandıramıyordum. Neden?
Piyasa ekonomisinin kapitalizm ile bir ve aynı şey olduğunu; Çin’in bir tür piyasa ekonomisine sahip olmasının kapitalizmin bir biçimini devam ettirdiği anlamına geldiğini varsayıyordum. Bu varsayım, uzman olsun ya da olmasın çok fazla insan arasında o kadar yerleşiktir ki… Buna meydan okumak oldukça zordur. Jeton benim için çok geç düştü. Şimdi anlıyorum ki bu varsayım aslında burjuva iktisadının yaydığı güçlü bir sözde bilimsel önyargının bir tezahürü.
Bu sorun, kapitalizmi anlamak için iyi bilmemiz gereken neoklasik iktisat teorisinin tarihini ve sosyal konumunu hatırlamamız gerekiyor.
Neoklasik ekonomi teorileri, insan doğası hakkında iddialarda bulunarak kendisini derinleştirdi.
İnsanların, her zaman kendileri için en iyi ekonomik kararı verecek olan rasyonel ve kişisel çıkarını gözeten aktörler olduğu varsayılıyor. Bu evrensel doktrin donatılarak, psikolojiden dine kadar her şey ekonomik faaliyetin tezahürleri olarak tanımlanmaya başlandı. Kısacası, doğamız gereği hepimiz kapitalistiz.
Bu Neoklasik ekonomi teorileri, aynı zamanda tüm ekonomilere evrensel kavramlarla yaklaşabileceğimiz savunageldiler. Burjuva Neoklasik ekonomi teorileri basitçe şu önyargıyı yerleştirdiler: ekonomi= piyasa ekonomisi veya kapitalist piyasa ekonomisi= piyasa ekonomisi
Bu nedenle, bu Neoklasik teoriye göre her ne zaman ve nerede piyasa ekonomisini fark ettiyseniz, kapitalizmin bir türüyle karşı karşıyasınız demektir. Bu, tamamen yanlış olan yaygın bir varsayımdır.
Bu çarpıtmayı kesin olarak kavramam biraz zaman aldı. İlk gerçek adım aslında tarihseldi. Antik dünya, özellikle de eski Güneybatı Asya (genellikle Eski Yakın Doğu olarak adlandırılır) ve Greko-Romen dünyası üzerine araştırmalar yaptım.
Yaklaşık dört buçuk bin yıllık ekonomi tarihini anlamak için yeni bir ekonomik model geliştirmeye çalışıyordum. Bütün bunlarla uğraşırken, piyasanın MÖ ilk bin yılda Perslerin (İran) ve ardından Yunanlılar ile Romalıların hakimiyetinde dikkate değer ölçüde genişlediğini keşfettim.
Peki ya, ne tür bir piyasa? Konunun ilgilileri arasında tartışma devam ediyor. Birçoğu, bunların kapitalist bir piyasa olduklarını öne sürdü ‒biraz kaba ve ilkel ama yine de kapitalist Pazar olduğunu savundular. Bu ülkelerde kârın önceliği, arz ve talep yasası, piyasa ekonomisinin bağımsızlığı vb.olduğunu söylüyorlar.
Buna karşı çıkan grup ise bu pazarlarda devletin belirleyici bir rol oynadığını, fiyatların arz ve talep tarafından belirlenmediğini ve bu tür pazarların sosyal olarak yerleşik olduğunu belirterek bu yaklaşıma karşı çıktılar.
Bir aşamada bu tartışmanın boşuna olduğunu ya da daha doğrusu hedefi ıskaladığını fark ettim.
Nedeni: bana göre kesinlikle bu ülkelerde piyasa ekonomisi vardı fakat bu kapitalist piyasa ekonomisi değildi, farklı bir Pazar ekonomisiydi.
Bu nedenle, Persler/İran tarafından geliştirilen ekonomiye lojistik piyasa ekonomisi veya belki de vergi piyasası ekonomisi denilebilir.
Persler, lojistik bir sorunla, orduların donatılması sorunuyla başa çıkmak için kendi piyasa ekonomilerini geliştirdiler. Bir noktada, askerlere (henüz icat edilmiş) para ile ödeme yapma ve vergiyi para olarak talep etme fikrini benimsediler. Ama insanlar vergi olarak ödedikleri parayı nerden bulacaktı?
Yiyecek, giyecek veya elinizde her ne varsa seferberlik halinde olan askerlere satın. Birisi kendi hesabına biraz kâr elde edecek olursa, bu ikincil bir kazançtı.
Yunanlılar ve ardından Romalılar farklı bir piyasa ekonomisi geliştirdiler. ‘Klasik’ Yunanistan, yüzyıllar süren, (yönetici sınıfın perspektifinden bakılırsa) ekonomik ‘çöküş’ olarak nitelenebilecek dönemden çıkınca, bir köle ekonomisi geliştirdi.
Egemen sınıf için artı değer, temel olarak her saygın Yunan erkek vatandaşının sahip olduğu köleler aracılığıyla üretiliyordu. Ancak her biçimde temel kaynak olan köleleri edinmek zorundaydılar. Bu amaçla, büyük oranda Doğu Akdeniz’de yoğunlaşan büyük köle pazarları gelişti.
Romalılar –eğer bu biçimde ifade edebilirsem‒ bu sistemi ‘mükemmelleştirdiler’ ve biz de böylece bir köle piyasası ekonomisinden söz edebiliyoruz.
Tüm piyasa ekonomisi köleleri bulmak, taşımak ve satmak amacıyla tasarlanmış ve şekillendirilmişti. Burada, açıkça kapitalist olmayan iki tür piyasa ekonomisi olduğunu söyleyebiliriz, çünkü kâr ana itici güç değildi ve kapitalist artı-değer kesinlikle söz konusu değildi.
Bu farkındalık, tarih boyunca çoğu piyasa ekonomisinin kapitalist olmaktan çok uzak olduğunu anlamamı sağladı. Aslında, bildiğimiz şekliyle kapitalist piyasa ekonomisi, ilk olarak on altıncı yüzyılda Hollanda İmparatorluğu ile başladı.
Şimdiye kadar, kapitalist Pazar ekonomisinden farklı olan sosyalist bir piyasa ekonomisinin nasıl bir şey olduğu biliniyor olmalıdır.
Bir ülkede sosyalist piyasa ekonomisi, tüm dış dünyada kapitalizm olsa dahi inşa edilebilir.
Nasıl?
Bu konudaki düşüncelerim başlangıç aşamasındadır, ancak daha önceki düşünsel irdelemelerimin ötesine geçebilen bir dizi şey söyleyebilirim.
Öncelikle, kamu (veya devlet) mülkiyeti ile özel mülkiyet arasındaki eskiden gördüğüm karşıtlık eksik bir düşüncedir.
Özel sektöre karşı çıkma bir ekonominin, şu ya da bu ölçüde ‘sosyalist’ olup olmadığını belirlemeye yarayan bir ölçüt haline geldi.
Buna göre ‘sosyalist’ bir dönüşüm mutlaka kilit endüstrileri ‘kamulaştırmayı’ içermelidir. Bu görüş Çin için tamamen yanlış olmasa bile, Çin basitçe ve kabaca bu görüşü uygulamıyor.
Dolayısıyla, bazı hatalı görüşlerin savunduğu gibi üretim araçlarında kamu veya özel mülkiyetin toplam ekonomi içindeki oranı, bir ekonominin şu ya da bu % oranda sosyalist olup olmadığının bir göstergesi değildir.
Bu hatalı düşünceyi eleştirip aşmak biraz zor olsa da deneyelim.
Çin’de, ekonominin bel kemiği olan meşhur kamu mülkiyetli büyük şirketler ‘özel’ işletmelerden öğrenerek ve hatta bu işletmelerle ortaklık kurarak eski verimsizlikleri ortadan kaldırdığı bir süreçten geçiyor.
Aynı zamanda, Çin de ‘özel’ veya ‘kamu’ olsun, bir işyerinde üçten fazla Komünist Partisi üyesi olan her işletmede bir parti örgütü olmalıdır.
Bu, 100’den fazla çalışanı olan her işletmenin kendi içinde yönetsel rolü üstlenen özünde bir ÇKP birimine sahip olması gerektiği anlamına gelir.
Dahası, her yabancı veya çokuluslu girişim de merkezinde bir ÇKP birimine sahip olmalıdır.
Çin’in büyük şirketlerinin Genel müdürlerinin (CEO’larının) aynı zamanda ÇKP’nin de üyesi olduğunu eklemem gerekiyor.
Bir Kuşak Bir Yol Girişimi’nin önemli ölçüde ortaya koyduğu gibi, ‘sarmal’ olarak adlandırılabilecek bu şeyin neye benzediğini anlamaya başlarız. Bu konuda çok daha fazla şey söylenebilir (ve araştırmaların ilerletilmesi gerekir), ancak durumu, herhangi bir burjuva sivil toplumu kavramından uzak bir “müşterekler” aracılığıyla, veya, burjuva kamu ve özel mülkiyet ayrımının çok ötesine geçen sosyalist bir piyasa ekonomisi düşüncesiyle yeniden düşünmek için yaratıcı fikirleri kışkırttığı kesindir.[1]
Dahası, kapitalist değer yasası sosyalist Pazar ekonomisi için geçerli değildir.[2]
Artı değer üretimi, bu piyasa ekonomisinin belirleyici özelliği değildir ya da ‒başka bir deyişle‒ bir ‘piyasanın özerk işleyişine dayanan kâr için kâr, hiçbir şekilde, birincil ve yönlendiriici değildir.
Çin yurtdışındaki kapitalist piyasa ekonomileriyle ilişkili olmasına karşın, bu ilişkilerden dolayı onların etkisine maruz kalıyor olsa bile ‘piyasanın özerk işleyişine dayanan kâr için kâr ilkesi belirleyici değildir.
Şöyle diyebiliriz: Değer yasasına göre, “kârlı olmayan” endüstriler ve şirketler “kârlı” endüstriler lehine kapatılacaktır. Ancak bu, durumu ortaya koymak için iyi bir yol değil.
Daha ziyade, Çin’de kârlılık fikri dönüşmüştür.
Çin’de belirli bir yatırımın veya işletmenin kâr getirip getirmeyeceğine dair kısa vadeli analizler yerine, bir projenin daha büyük ve uzun vadeli getiri veya ‘sosyal artı değer’ açısından değerlendirildiği daha geniş bir görüş hakimdir.
Pek çok Çinli devlet işletmesi yöneticisi bana, Çin’de bir şirketin başarılı olarak değerlendirilmesi için bir dizi kriteri karşılamaları gerektiğini söyledi.
Bunlardan kâr sadece ikincildir. Elbette, verimlilik, çalışanlara ödeme yapabilme ve gelecekteki faaliyetler için kaynak sağlama açılarından başarılı olmalıdır, ancak bir bütün olarak amaç hissedarlara getiri sağlamak değildir. Bunun yerine, diğerlerinin yanı sıra, sosyal fayda, çevresel gelişim, eğitim, Çin sosyalizmine katkıları üzerinden değerlendirilirler.
Burada vereceğim örnek yeni İPEK YOLU Bir Kuşak Bir Yol Girişimi’dir. Çin’in bu büyük projesi, gerçekten de Çin’in altyapı odağının bir uzantısıdır. Pek çoğunun bildiği gibi, Çin yeni yollar, köprüler, okullar, üniversiteler, konaklama yerleri, (devasa yüksek hızlı ağ içeren ancak bununla sınırlı olmayan) dünyanın en iyi demiryolu ağı, birinci sınıf internet, paylaşım ekonomisi vb. inşa ediyor.
Bir Kuşak Bir Yol Girişimi bu Spekülasyon yoluyla paradan para üretmeye yapılan ‘neoliberal’ vurguyla keskin bir tezat oluşturur. Bugün altyapının kelimenin tam anlamıyla çöktüğü ABD’yi ziyaret eden herkes, zıtlığı görebilir. Geçenlerde bir haberde ifade ettiği gibi: ABD uzun zamandır böyle bir girişimde bulunmazken sosyalist Kuzey Kore yakın zamanda Pyongyang’da yeni bir uluslararası havalimanı inşa etti. Nitekim, altyapı yatırımına dönük neo-liberal bir değerlendirme, yatırımın belki de on yıllık bir süreç sonunda ‘getiri’ sağlayacağını öne sürecektir.
Bu tür bir neoliberal yaklaşım uzun vadeli ve yalnızca Çin’in değil projeye dahil olan herkesin faydasını gözeten ‘Bir Kuşak Bir Yol Girişimi’nin amacını tamamen gözden kaçırır.[3]
Şüphesiz aslında çok daha uzun olan bu analize dair son bir not.
Çinli milyarderlerin bazı kesimlerine ve nispeten yüksek Gini katsayısına[4] dair çok şey yazılıyor.
Bu, reform ve açılma sürecinde ortaya çıkan yeni sorunlardan biri. Çinli ekonomistler, reform ve açılım biçimindeki yaklaşımın hiçbir şekilde tamamlanmadığını, dolayısıyla bu sorunun daha fazla reformla çözülmesi gerektiğini söylüyorlar.
Son üç olay çok çarpıcı. İlki, yatırımlarını Bir Kuşak Bir Yol projesine kaydırmaları için yurtdışında yatırım yapan Çinli şirketlere verilen bir talimat.. Bu, Çin kültüründeki fayda sağlayanların sosyal faydaya daha geniş katkıda bulunması beklenildiği gerçeğiyle birleştirilebilir; bu nedenle eğitim, tıp ve benzeri alanlara dönük çok büyük bir katkı ve sistemli yatırım görüyoruz.
İkincisi, 2017 yılında on dokuzuncu Komünist Parti kongresinde, Çin de baş çelişmenin değiştiği tespiti yapıldı: Bundan böyle Çin toplumunun çözeceği baş çelişki halkın günden güne artan güzel ve kaliteli yaşam talebi ile dengesiz ve yetersiz kalkınma arasındaki çelişki olmuştur. Çin, bir milyardan fazla nüfusun giyinme ve beslenme sorununu çözmüştür, genel anlamda orta halli refahı gerçekleştirmiştir ve kısa süre sonra kapsamlı düzeyde orta halli refah toplumun inşasını tamamlayacaktır. Böyle bir arka planda, Çin halkının daha iyi bir yaşam beklentisi günden güne büyümektedir. Halkın sadece maddi ve kültürel alanlarda değil, aynı zamanda demokrasi, hukuka dayalı yönetim, eşitlik, adalet, sosyal güvenlik ve çevre gibi alanlardaki talepleri de günden güne artmaktadır. Bunun yanı sıra, Çin toplumunun üretici güçleri de genel olarak daha yüksek bir düzeye çıkmıştır, birçok alanda dünyanın en ileri seviyelerine ulaşılmıştır. Böylece daha da belirginleşen sorun, kalkınmanın dengesizliği ve yetersizliğidir. Bu sorun, halkın günden güne artan daha iyi yaşam beklentisinin karşılanması açısından esas kısıtlayıcı unsur haline gelmiştir. Çin toplumunun baş çelişkisindeki değişim, Çin’in genel durumunu ilgilendiren tarihi bir değişimdir.
Bu yeni baş çelişme tanımı, şehir ile kırsal ve doğu ile batı arasındaki gelişme dengesizliklerin, aşma hedefini içeriyor ve söz konusu durumun bir bölümü göreceli servet eşitsizliğine ilişkin. Son olarak, kırk yıldır devam eden yoksullukla mücadele programına yeniden odaklanılması, bu soruna yoğunlaşmanın bir başka işareti.
Sosyalizm Ekonomiden Fazlasıdır
Sosyalist piyasa ekonomisiyle uğraşırken epey zaman harcadım. Bunu yaparken, ekonomizm tuzağına düştüm. Bununla, pek çok Marksistin sosyalizmi ekonomik gelişmeye indirgediğini kastediyorum. Ya da altyapı üstyapı modelini kullanırsak, önemli olan tek şey ekonomik altyapıdır. Bu yalnızca vulgar Marksizm olabilir.
Aksine, sosyalizmin ekonomiden çok daha fazlası olduğunu öğrendim. Sosyalizm, Çin’de gerçekten uzun bir geçmişi olan kültüre sahiptir. Marksizm, basitçe Çin halkının günlük yaşamlarıyla pek ilgisi olmayan bir politik ideolojiye indirgenebilir mi ?
Asla. Bazı öğrencilerle çelişki hakkında konuşurken (evet, bir kez daha çelişki), bu gerçek yüzüme çarptı. Bana, çelişki analizine dair, ilkokulda, sonra ortaokul ve liselerde açıkça, nasıl bir eğitim gördüklerini anlattılar.
Ve fakat hayatlarını çelişkilerle yaşadıklarını da eklediler. Dünyayı bu şekilde anlıyorlardı, hayatlarında olanları bu şekilde anlamlandırıyor ve açıklıyorlardı. Bu, sosyalizmin Çin kültürünün dokusuna girmiş olduğunun bir tezahürüdür; böylece “Çin karakterli sosyalizm”in iki bin yıllık bir tarihe sahip olduğu iddiası gerçek bir anlam kazanıyor. Başka bir deyişle, ÇKP ve onun geliştirdiği sosyalizm, bugün Çin kültürünün besleyicisi ve taşıyıcısıdır.
Ya toplum? Çin toplumunun, son kırk yıldır devam eden yoksullukla mücadele programından yararlanan yepyeni bir kesiminin (700 milyon kişi yoksulluktan kurtuldu) kalkınmasından bahsedebilirim.
Bazıları bu insanlara ‘orta sınıf’ diyebilir, ancak daha iyi bir terim bulana kadar bu gerçekten geçici bir terimdir.
İnsanların şehirlere kitlesel ve kontrollü göçüyle (şehirlerde düzenli biçimde kırsal halktan yaklaşık olarak 250 milyon göçmen işçi çalışıyor), şehir ve kırsal açısından ortaya çıkan yeni sorunlardan da bahsedebilirim.
Ama burada Çin‘de ’12 temel sosyalist etik değerler’ denen şeylere odaklanacağım. Bu, özellikle geleneksel Çin etiği ile sosyalist etiğin birleştirlmesi veya daha doğrusu, sosyalist etik ışığında ESKİ ÇİN ETİĞİNİN dönüştürülmesidir. Bu nedenle, bir komünist parti üyesinden veya aslında toplumda sorumlu bir rol oynayan herhangi birinden, etik beklenti çok çok daha yüksektir. Kişi kişisel kazanç elde etmek yerine başkalarının iyiliğine odaklanmalı, titizlikle dürüst ve samimi olmalıdır.
Çin’de komünist budur. ÇKP’nin üyelerden beklentilerinin bu kadar yüksek olmasına şaşmamalı.
2012 yılından itibaren Xi Jinping’den sonra ÇKP’nin halk arasındaki itibarını yeniden tesis eden süregiden kapsamlı yolsuzlukla mücadele kampanyasına kadar, yolsuzlukla ilgili sorunun bu denli derin olmasına şaşmamalı.
ÇKP’nin beklentilerinin bu kadar yüksek olmasına şaşmamalı.
İdeoloji de çok önemlidir, ancak ideoloji terimi bazıları için olumsuz çağrışımlar içerebileceğinden, belki de teoriden söz etmeliyim.Marksizm ve Çin karakterli sosyalizm derslerini öğrencilerin günlük yaşamlarıyla ilişkilendirmek üzere okullardaki ve üniversitelerdeki tüm öğrenciler için zorunlu eğitim tamamen elden geçiriliyor.
Bu bağlamda son 8 yılın çok önemli olduğunu söyleyebiliriz. İtiraf etmeliyim, eğitim iyi olmasa bile, yukarıda sözünü ettiğimiz çelişki örneğinde olduğu gibi, öğrencilerin hayatları beklenmedik şekillerde etkileniyor; hele iyi bir eğitim sunulursa, ‒ki gidişat bu yönde hızla ilerliyor‒ sonucun çok büyük olduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca, tüm parti üyelerinin (dangyuan) Xi Jinping’den ve diğer önemli parti liderlerinden bir makale veya önemli bir konuşmasını incelemek için ayda bir toplanması ve bunları tartışması gerekiyor. Amaç açık: parti üyelerinin teorik bilgilerini artırmak. Ayrıca, ülke geneline yayılmış parti okullarında düzenli olarak bilgi tazeleme kursları almaları gerekiyor. Eğer hâlâ net değilse bile, bu konuda kendini geliştirmesine yardım ediliyor. rengim açıkça beliriyor. Bence bu harika bir gelişme, özellikle tarihsel komünist geleneğin ışığında düşünürsek: devrimci teori olmadan ölürüz.
Siyasi konular da önemlidir, ÇKP, ülkenin iktidar partisidir. Ve şimdi, radikal bir yükseliş gösteren teorik bir düzeye, katı bir parti disiplini vurgusuna ve beş ya da daha fazla yıl önce o kadar açık olmayan belirgin bir güven ve güce sahip.
Çin’de yavaş yavaş farkına vardığım sosyalizmin bu pek çok boyutu, sosyalizmi değerlendirirken daha kapsamlı düşünmek gerektiğini gösteriyor. Geçenlerde, Çin’in önde gelen bir siyasal iktisatçısı bana Sovyetler Birliği’nin sosyalist bir toplum olup olmadığı konusunda fikrimi sordu. Soruyu düşündüm ve ‒ekonomi, kültür, toplum, ideoloji, politika gibi‒ birçok yönü değerlendirmek gerektiğini söyledim. Bu faktörleri tartarsak, evet, Sovyetler Birliği sosyalistti. Sonuç: Bugün Çin, tahmin ettiğimden çok daha fazla sosyalisttir.
Sosyalizmin İnşasında Yeni Bir döneme Geçildi
Bu yazıyı yazmadan birkaç hafta önce (Kasım 2017), ÇKP’nin 19. kongresi Pekin’de yapıldı. O sırada Çin’deydim ve kongreyi çok yakından takip ettim. Bu kongrenin yeni bir baş çelişki belirleyerek ÇKP’nin parti programının bir parçası haline gelmesinden, 2050 yılına kadar güçlü bir modern sosyalist ülke olma hedefini açıklamasına kadar pek çok şeyin yanı sıra, Xi Jinping’in kongre konuşmasında Marksizmin bu denli önde ve merkezi olması beni şaşırttı. Bu, Çinliler için alışılmış bir durum. Kongrede Çinde sosyalizmin inşasının yeni bir döneme girdiği teorisi belirlendi, ve halk kitleleri bunun ne anlama geldiğini tartışmaya başladılar.
Belki de Deng Xiaoping’in görüşüne geri dönmek en iyisidir.
Elbette, Xi Jinping Düşüncesi adlandırması Mao Zedong Düşüncesini çağrıştırıyor ‒sixiang, düşünce terimi, Çin’in komünist liderlerinden yalnızca ikisi için kullanılıyor. Ama bütün bu liderlerin düşüncelerinin arkasında Deng’in dehası yatıyor. Mao’nun Kültür Devrimi sırasındaki sapmasından sonra Partiyi toparlayan Deng oldu.
Sosyalizm nedir? Deng’e göre, Engels’in EGALİTERYAN gleichheitskommunismus ya da eşitlikçi komünizm şeklinde eleştirdiği gibi, herkesin eşit derecede fakir olduğu bir eşitlik değildir. Bunun yerine sosyalizm, üretici güçlerin özgürleştitlmesi ile ilgilidir, böylece herkesin hayatı iyileştirilir. Sadece ekonomik açıdan değil, aynı zamanda kültürel, manevi-entellektüel, sosyal, ideolojik ve politik açıdan da gelişme. Çin’de yerelleştirilen Marksizme (Makesizhuyi zhongguohua) ve daha iyi bir yaşam arzusuna (meihua shenghuo) yaslanan Çine özgü (zhongguo tese shehuizhuyi) sosyalizmin ima ettiği şey budur.
Tabii ki, böyle bir yazıyla, ÇKP sözcüsü olarak görülebilirim. Ancak Amerika da aşırı sağcılar Amerikada kurulan Konfüçyüs Enstitülerinde çalışan kişilere de bu tür yakıştırmalar yapmıyor mu? Bununla birlikte, Çin’de bu tartıştığımız sorunlarla ilgili muazzam bir çaba ve araştırmanın devam ettiği açık. Ve ÇKP’nin, Çine özgü sosyalizmi inşa projesi konusunda son derece ciddi olduğu kesin.
https://stalinsmoustache.files.wordpress.com/2020/05/2017-discovering-chinese-socialism.pdf
[1] Sosyalist pazar ekonomisinin nasıl ortaya çıktığına ilişkin pek çok tartışma var. Bazıları şunlar: ÇKP’nin özgün programları; Yugoslav “pazar sosyalizmi”nin deneyinden eleştirel bir biçimde yararlanma; yeni gelişmelere yanıt olarak değişen politikalar; ve ‒ ilginç bir şekilde‒ diğer politikaların yan ürünü olarak tesadüfi olaylar.
[2] Stalin’in 1952 tarihli “SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” başlıklı çalışması, sosyalizmde değer yasası için yararlı bir başlangıç noktasıdır. Çin Sovyetler Birliği’ne kıyasla çok daha ileride ve ekonomik sistemi çok daha gelişkin ve karmaşık olmasına rağmen, Stalin’in sosyalizmde değer yasasına ilişkin kısa tartışmasının okunmasını öneririm.
[3] Troçki sosyalist iktisatçı Michael Roberts’ın de doğru bir biçimde belirttiği gibi: ‘Bu aynı zamanda bazı sosyalist iktisatçıların, Çin’in, tekelci kapitalist devletlerin Lenin’in emperyalizmin temel özelliği olarak betimlediği sermaye ihracına benzer bir biçimde, yurtdışındaki projelere yatırım yapmak üzere sermaye ihraç etmesinin, yurtiçindeki’ sermaye fazlasını dışarda kullanma ihtiyacının ürünü olduğu şeklindeki yaygın hatalı benzetmeyi çürütür. Aksine Çin şirketleri ‘sermaye fazlası’ nedeniyle veya Çin şirketlerinde kâr oranları düştüğü için yurt dışına yatırım yapmıyor.
[4] Gini katsayısı, bir ülkede millî gelirin dağılımının eşit olup olmadığını ölçmeye yarayan bir katsayıdır. Katsayı 0 ile 1 arasında değerler alır ve yüksek değerler daha büyük eşitsizliğe tekabül ederler. / vikipedi (çevirenin notu)
