Gao Fang: Sovyet Modeli Sosyalizmin Demokrasi İlkesinden Sapmasının 5 Başlıca Nedeni 

Yazar Hakkında: Prof. Gao Fang Çin’de önemli bir yaşlı kuşak sosyalizm teorisyeni

Bu yazı aslında ülke çapında bir akademik tartışma ve diyalogu başlatmak amacıyla yazılan “Demokrasi Olmadan Sosyalizm Olmaz; Özgürlükten Sapma: Sovyet Modeli Sosyalizmin Hastalığı” adlı makalenin bir bölümüdür. Makale ilk olarak 2003 yılı Mayıs ayında Çin’de Pazar Ekonomisi Forumu adlı bir bültende  yayınlanmıştır (kurum-içi bir yayın) Daha sonra, 2005 yılında Journal of Jiangsu Administration Sciences Institute dergisinde yayınlanmıştır. 28 Mart 2005 yılında, makalenin kısa bir versiyonu ÇKP Merkez Komitesi’ne bağlı Merkezi Parti Okulu tarafından desteklenen Study Times (Araştırma Almanağı) adlı araştırma dergisinde “yeni düşünceler” köşesi altında yer almıştır.

Sosyalist demokrasi yolundan sapma, Sovyet modeli sosyalizmin büyük bir hastalığı idi.

Stalin döneminde şekillenen ve ardından kurulan Sovyet modeli sosyalizm, neden gitgide özgürlük ilkesinden sapmıştır?

 Kanımca, bu soruya daha tatmin edici bir yanıt bulabilmek için aşağıda sıralayacağım 5 açıdan genel bir analiz ve değerlendirme yapmamız gerekir.

Kurulduğundan bir süre sonra Sovyet modeli sosyalizm, halkın temel gereksinimlerini karşıladı fakat halkın sosyalizmi destekleyecek coşkusunu canlı tutamadı ve halkın girişimci ve yaratıcı bir ruh ortaya koymalarını sağlayamadı. Sonuç olarak bu sosyalist demokrasiden sapma öğesi, Sovyet modeli sosyalizmin vaktinden önce köhneleşmesine ve büyük ölçüde kan kaybetmesine sebep olmuştur. Ancak, çelişkilerle dolu olan kapitalizm, Batı ülkelerinde kapitalizme karşı çıkan insanların ve grupların kendilerini, sosyalizmde devletin efendisi olması gereken insanlardan daha rahat ve tatminkâr hissetmelerini sağlamıştır.

Çünkü kapitalizm, insanlara özgür olduklarını hissettirmiştir. Böylece Batı dünyasında birçok insan, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin, kapitalizmin yerini almasına gerek olmadığını ve sosyalizmin başarılı olmadığını düşünmüştür. Bundan dolayı Batı kapitalizmi bu fırsatı, varlığını sürdürmek ve daha uzun bir süre var olabilmek için yararına kullanmıştır.

BEŞ NEDEN

Birinci neden olarak, Sovyetler Birliği görece az gelişmiş bir ülke idi. Sovyetler Birliği, kapitalist güçlerin kuşatması altında, tek başına mücadele edip sosyalist inşayı geliştirmeye çabaladı. Sovyetler Birliği’ndeki uluslararası ve iç sınıf mücadeleleri yalnızca aşırı derecede keskin sınırlara sahip ve yoğun değildi, aynı zamanda çok da karmaşıktı. Bunun sonucunda, özgürlükleri sosyalist devleti yıkmak için kullanan sınıf düşmanlarını önlemek amacıyla, yurttaşların özgürlüklerini kısıtlamak zorundaydı. Ancak benim şahsi görüşüme göre bu, Sovyet modelinin sosyalist demokrasi ilkesinden (politikasından) sapmasının temel sebebi olamaz.

 Yukarıda sözünü ettiğimiz Gorki’nin bir dizi makalesinin ve Soljenitsin’in yazdığı özel mektubun, sosyalist devleti alaşağı edeceğini düşünmek pek akıl karı değildir. Fakat bu konuyu sınıf mücadelesi gerçeklikleri açısından incelediğimizde bile, bazı gerçekler oldukça gariptir. Sovyet liderler, sosyalizmin inşasının temelde tamamlandığını ve tüm düşman sınıfların 1936 yılında ortadan kaldırıldığını söylemesine rağmen, Sovyetler Birliği, parti ve devlette kadrolaşmayı amaçlayarak, hala “arındırma” kampanyalarını sürdürmüş, bundan dolayı halkın özgürlüğünü çok katı bir biçimde kısıtlamıştır.

Ardından, uluslararası faşizmin yenilip sosyalizmin Avrupa ve Asya’da ondan fazla ülkeye yayılmasından sonra oluşan yeni durumda, Sovyetler Birliği artık yalnız değildi. Buna rağmen Sovyetler Birliği, katı yönetim biçimini sürdürdü.

Bu katı yönetim biçimi, halkın özgürlüğünün sıkı denetlemeler ve kontroller altında olmasını ifade ediyordu. Öte yandan Sovyetler Birliği, diğer komünist partilerin, sol kanatta yer alan partilerin ve diğer ülkelerin sosyalizmin inşasında kendilerine özgü yolu özgürce bulmasına ve bunun kararını vermesine izin vermiyordu.

İkinci neden olarak, Moskova hanedanının lideri III. Ivan, 1497 yılında Rusya’da merkeziyetçi feodal monarşiyi kurduğundan beri Rusya; feodalizm, kapitalizm ve emperyalizm olmak üzere üç aşamalı bir gelişim yaşamıştı. 1917 yılına kadar, tam 420 yıl boyunca mutlak monarşi hüküm sürmüştü.

Bu tarihsel arka plan göz önüne alındığında, dışta askeri yayılmacılık ve içte despotik egemenlik, Rusya devletinin geleneksel özelliği haline gelmişti. Rusya tarihinde, çarist otokrasi karşıtı bir takım süreğen toplumsal hareketler ve halkın bağımsızlık ve özgürleşme mücadeleleri olmasına rağmen –örneğin, 18. Yüzyılda liderliğini Pugachey’in yaptığı çiftçi ayaklanması, silahlı Aralıkçılar isyanı, 19. Yüzyılda gerçekleşen aristoktat isyanları ve 19. Yüzyılın yarısından sonra küçük burjuva Narodnikler’in (halkçılar) önderliğindeki devrimci faaliyetler gibi- Rusya yine de Batı Avrupa’da meydana gelen ve halka düşünce özgürlüğü sağlayan Rönesans, Reform ve Aydınlanma gibi büyük hareketler gerçekleştirememişti.

Batı Avrupa’da gerçekleşen bu tür hareketler, düşünce özgürlüğünü ve birkaç nesil boyunca bireysel özgürlüğü yüceltmişti. Güçsüz Rus liberal burjuvazisi ise, Çar’ın otokratik politik düzenine karşı çıkarken pasif kalıyor, ve aynı zamanda burjuva devrimine öncülük edemiyor ve Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi liberal ve demokratik bir sistem kuramıyordu. Liberal burjuvazi, olası bir işçi-çiftçi devriminden de korkuyordu. Bundan dolayı bir yandan, feodal monarşinin güçlü geleneği, yeni doğmuş sosyalist Rusya’nın burjuva özgürlüğü, demokrasi ve diğer ileri kurumlar gibi kapitalist uygarlığın olumlu yönlerini miras almadığını kastediyordu. Öte yandan, bazı liderlik hatalarına bağlı olarak bu otokratik toplumsal gelenek, partinin ve hükümet sisteminin içine sızmıştı. Bu iki durum bir araya geldiğinde, sosyalist demokrasi ve özgürlük ilkelerinden sapan Sovyet modeli sosyalizmin genlerinde despotik öğeler barındırmasına sebep olmuştu.

 Üçüncü neden olarak, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde, Lenin gibi çok iyi üniversite eğitimi almış, iyi yabancı dil bilen, Batı Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde uzun dönem deneyim kazanmış ve eleştiriye açık olan liderler, çok nadir bulunuyordu. Öte yandan yalnızca Rusya’da yerel deneyimler edinmiş Stalin, kendine güvenen, öz saygısı yüksek ve hiddetli bir karaktere sahipti. Stalin, sık sık kendi görüşlerinin geniş kitlelerin temel çıkarlarını temsil ettiğini düşünmüş ve diğerlerinin fikirlerine hoşgörülü davranmayarak, onların fikirlerini ve tavsiyelerini kulak ardı etmişti.

Bazı liderler veya parti militanları şöyle düşünüyordu: Eğer insanlar ifade özgürlüğünden yararlanabilecekse, elbette ki bazı kafa karışıklığı içeren çeşitli görüşleri savundukları durumlar olacaktır. Aralarında uyumsuz fikirler ortaya çıkacak, sonu gelmeyen tartışmalar mümkün olacak, ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt etme konusunda zorluklar yaşanacaktır. Fakat bu yaklaşım, tek taraflı bir yaklaşımdır ve sosyalist ülke liderlerinin ve partinin, ifade özgürlüğünün merkeziyetçiliği ve insanların reform ve devrim için olan isteklerini alaşağı edeceği ve toplumdaki dayanışmanın ve toplumsal istikrarın tehlikeye gireceğini düşünmeye başlamaları gibi, başka daha büyük hatalara sebep olacaktır. Sovyetler Birliği’ndeki durum yaklaşık olarak budur: Sovyetler Birliği anayasasında açık bir şekilde yazılmış olan sosyalist yurttaşların ifade özgürlüğü, yayın özgürlüğü ve inanç ve eylem yapma özgürlüğü, ancak ve ancak parti liderleri ve partinin merkez komitesi bu özgürlüklerin zararlı olmadığını düşündüğünde geçerli olacaktır. Bu, partinin ve parti liderlerinin kendilerini hukuktan üstün gördükleri anlamına gelmiştir.

 Kanımca, Stalin gibi liderleri anlamak zordur: özgürlük, doğal olarak sosyalizmin temel özelliği ve değersel hedefidir. Marx’ın Komünist Manifesto’da yazdığı gibi, sosyalizm ve komünizm; ancak kapitalizmden daha yüksek özgürlükler sağlayabildiği takdirde, insanın özgür ve bütünsel gelişimini sağlayabilir. Sosyalist inşa, ancak her bireyin özgür ve aktif rolü ve katkısı sağlanırsa, bütünsel ve eşgüdümlü bir gelişme yaşayacaktır. Sadece bu şekilde hatalarımızı giderek azaltabilir ve komünizm idealimize daha erken ulaşabiliriz: “özgür bireylerin/üreticilerin birliği”.

 Stalin, özgür düşünceye sahip ve Marksist bakış açısının özünü daha iyi anlayan Sovyetler Birliği Komünist Partisi liderlerini tasfiye etmişti. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde belli bir süreliğine tüm seviyelerde kilit noktalarda bulunan başlıca liderleri incelersek, çoğu Stalin ile benzer tutumlara sahipti. Bu, Sovyet modeli sosyalizminin git gide artan bir şekilde özgürlük ilkesinden sapmasının başka bir önemli sebebiydi.

 Dördüncü neden olarak, Sovyetler Birliği’ne baktığımızda sağlıksız iki sistem görüyoruz. Birincisi, liderler etrafında kişi kültü, ikincisi ise liderlerin çalışma ve önderlik tarzında kişisel otoriterizm tutumdur.

Bu tutumlar yaygınlaşmış ve halk bu tutumlara alışmış ve uyum sağlamıştı. Bu sistemler, Stalin döneminde oluşturulmuştur. Fakat bu iki sistem, aslında feodalizmin dışavurum biçimidir. Bundan dolayı özgürlük ilkesi ve özgürlük hakları, sosyalist sistemden tamamen çıkarılmıştı. 1924 yılında Lenin’in ölümünden sonra, Stalin Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi’nin genel sekreteri olmuş ve tüm gücü kendi elinde toplamıştı. Parti yaşamında parti içi demokrasi ve özgürlük kurallarını alaşağı etmişti.

Partinin kolektif liderlik ilkesine son vermiş ve pratikte Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin yıllık kongre toplantıları sistemini iptal etmişti. Ayrıca, partinin üç ayda bir yapılan görüşmelerini ve parti merkez komitesinin iki haftada bir toplantı sistemini de ortadan kaldırmıştı. Beş yıl içinde, parti içindeki üç muhalif fraksiyonla, Troçki muhalif fraksiyonu, Troçki-Zinovyiev’in önderliğindeki yeni muhalefet fraksiyonu ve Bukharin-Rykov parti karşıtı grubu ile olan mücadeleleri kazanmış ve partiyi bunlardan arındırmıştı. O zamandan itibaren, parti içinde tek kişi hakimiyeti oluşturulmuştu ve kimsenin buna karşı gelecek cesareti yoktu.

Liderler ve Halk arasında liderler etrafında kişi kültünü kullanması ve bundan yararlanması, 1929 yılında Stalin’in 50. Yaş günü için yapılan büyük kutlama kampanyası ile iyice açığa çıkmıştı.

Parti literatürü ve akademik ve edebi tüm eserler, Stalin’e övgüler ve zafer şarkıları ile dolu idi. Kişi kültü sisteminin yaygın hale gelmesi ile beraber, kişisel otoriter sistemin daha hızlı yaygınlaşması için bir zemin oluşmuştu. 1940’lı yıllar boyunca Stalin, yeni ve daha genç liderler için yolu açmamış ve SBKP Merkez Komitesi’ndeki genel sekreterlik görevini sürdürmüştür. Bunun yanı sıra, Halk Komitesi’nin Başkanlığı görevini (1945 yılında Bakanlar Kurulu Başkanlığı, bir başka deyişle Başbakan olarak yeniden adlandırılmıştır) ve orduda Milli Güvenlik Komisyonu Başkanlığı görevini (1945 yılında Tüm Sovyet Silahlı Güçleri Başkanlığı Komutanlığı) yürüttü.

 Partinin idari ve askeri tüm güçleri, Stalin’in elinde tekelleşmişti. Bu, partinin, ülkenin ve ordunun tümünün Stalin’in görüşlerine, kararlarına ve emirlerine bağlı olduğu ve diğer insanların kafa yormalarına ve özgürce düşünmelerine gerek kalmadığı anlamına geliyordu. Ülkede ve partide düşünce özgürlüğü, bir liderin niyetleri, görüşleri ve kararlarının nasıl anlaşılacağı, açıklanacağı ve uygulanacağı çerçevesinde sınırlanmıştı. Bundan dolayı Sovyet modeli sosyalizm, gerçek özgürlük anlamında tamamıyla doğru yoldan çıkmıştı.

Beşinci neden olarak, ayrıcalıklar uygulaması ve toplumda ayrıcalıklı bir toplumsal grubun bulunması demokrasi ilkesine tamamen aykırıdır.

Sovyetler Birliği’nde yüksek düzeydeki parti, devlet ve ordu görevlileri, genel olarak kabul edildiği gibi ayrıcalıklı bir grup haline gelmişti ve bu grup Stalin döneminde uzun bir süreç içinde adım adım oluşmuştu.  Kendi ayrıcalıklı statülerini savunan bu ayrıcalıklı grup, Sovyetler Birliği’nin sosyalist modelinin Marksist özgürlükçü bakış açısını yeniden kazanmasını engelleyen toplumsal grup olmuş– böyle bir toplumsal grup oluşmuş– ve böylece Sovyetler Birliği’nde bu sapmanın düzeltilmesi çok daha zorlaşmıştır.

1930-1953 arasında –Stalin döneminde– ülkeye egemen olan özgürlük ve demokrasi ilkelerine aykırı bu kişi kültü ve kişisel otoritenin egemenliğine dayalı sistem — sadece üstyapıda, yani toplumsal bilinç, ideolojik, kültürel ve siyasi alan gibi alanlarda kalmış olsaydı, Stalin‘den sonra göreve gelen doğru bir liderliğin işleri düzeltmesi ve tekrar doğru yola koyması çok daha kolay olabilirdi. Sovyetler Birliği, önce Parti içindeki demokrasi ve özgürlük sorunlarını düzeltmekten başlayarak, adım adım ilerleyen bir süreçle toplumun tüm alanlarında demokrasiyi geliştirebilirdi.

Ancak, yukarıda sözü edilen ayrıcalıklı toplumsal grubun varlığı nedeniyle, tarih farklı bir yol aldı. Bu ayrıcalıklı toplumsal grup herhangi bir değişiklik ve reformdan son derece korkuyordu.  Sosyalist özgürlük ve demokrasinin geliştirilmesi durumunda, kendilerinin kitleler tarafından denetleneceklerini, suçlanacaklarını ve yargılanacaklarını ve ekonomik avantajlarını ve  diğer ayrıcalıklarını (villalar, özel alışveriş mağazaları, ücretsiz iyi yemekler vb.) kaybedeceklerini düşünüyorlardı. Hatta, avantajları toplumdaki diğerlerinden çok daha fazla olmasa da, onlar bu avantajların artırılabileceği inancı ve umudunu taşıyorlardı. Bu yüzden, Stalin‘den sonra Sovyet modelinde etkili bir reformun yapılabilmesi çok zordu.

Kruşçev ve Brejnev liderliği üstlendikten sonra, daha önce olduğu gibi yeni bir kişi kültü sistemi ve yeni bir kişisel otoriter sistem uyguladılar. Kruşçev, 11 yıl iktidarda idi(1953-1964). İşe, yüksek maaşları düşürerek kıdemli kadroların ayrıcalıklarını kısıtlama biçiminde bir reform ile başlamak istedi, fakat bu duruma ayrıcalıklı grup hemen karşı çıktı. Bu muhalif grup, 1964 yılının Ekim ayında Kruşçev’in doğru ve nesnel kararlar verememe hatasından faydalanarak, Kruşçev’i SBKP Merkez Komitesi Birinci Sekreterliği görevinden ve Bakanlar Kurulu Başkanlığı’ndan istifa etmeye zorladılar. Brejnev’in iktidarı ise 18 yıl sürdü (1964-1982). Brejnev, kişi kültü ve kişisel otoriterizmin yanısıra, kıdemli kadroların ayrıcalıklarını arttırdı.

Örneğin, Stalin’in son dönemlerinde kadrolar ve kitlelerin maaşları arasındaki fark 5 kat iken, Brejnev bu farkı 10 katına çıkarmıştı. Bu sırada, Brejnev muhaliflere sebepsiz yere baskılar yaptı, halkı ifade ve yayın özgürlüğünden mahrum bıraktı. Brejnev, toplumun istikrarını güçlü taktikler ile sürdürmesine ve Stalin’den sonra en uzun vadeli görev yapan kişi olmasına rağmen, eninde sonunda gerekli reformları erteledi ve gelecek nesillere yarım yüzyıldan fazla süredir birikmiş bir takım çelişkiler bıraktı.

Brejnev 76 yaşında iken, 1982 yılında kalp krizinden dolayı öldükten sonra, Sovyetler Birliği, iki hasta ve yaşlı adam arasında kısa bir geçiş yaşadı. (Andropov, bir yıl üç ay boyunca iktidarda idi ve 70 yaşında iken öldü. Çernenko ise, bir yıl bir ay boyunca görevde kaldı ve 74 yaşında öldü.)

Hükümeti yaşlıların yönetmesi ve ömür boyu görev sistemi, Sovyetler Birliği’nde partinin, hükümetin ve ordunun liderlerinin iki yıl gibi bir süre içerisinde üç kez değişmesine sebep oldu.

Mihail Gorbaçov 1985 yılında iktidara geldiğinde, özgürlük ve demokrasiden yoksun totaliter sosyalist sistemde derin köklere sahip olan hatalı pratikleri ve kurumları düzeltmek zaten oldukça zordu. Bazı insanlar bu durumu parlak bir benzetme ile şöyle niteliyorlardı: Bu alandaki eski kurumlar ve alışkanlıklar “yanmış pirinç kabuğu” gibi oldukça kırılması zor sert ceviz hale gelmişlerdi. O günlerde, parti içi ve parti dışındaki halk özgürlük ve demokrasiye git gide daha fazla ihtiyaç duyuyordu. Sovyetler Birliği’nde uzun süredir Rus hükümet politikaları tarafından bastırılan etnik ulusal azınlıklar ve bağlı Cumhuriyetlerin ulusları özgürlük ve bağımsızlık talep ediyordu.

Paylaş

Bir Yanıt Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir