Bir Okuma: Erkan Baş Türkiye ve Dünyayı Nasıl Okuyor ve Önerdiği Siyasal Taktik
Saray Rejimine Karşı Anti-Kapitalist Cumhuriyetçi Birleşik Cephe
Kemal Okur
Mayıs 2024

Giriş: Aşağıda kitaptan aktardığımız pasajda, Erkan Baş 2022 Ağustos’ta 3. Baskısı yapılan ünlü kitabı “Yaşamak İçin Sosyalizm” kitabında ortak toplumsal muhalefet cephesi içinde gördüğü üç siyasi akımın “sosyalist akımın rakibi mi, yoksa müttefiki mi?” olduğunu tartışıyor.
Sosyalist Akım ve Diğer Üç Anti-Kapitalist Akım
Yazara göre günümüz dünyasında bu akımlar kapitalizmin barbarlığını ve insanlık dışı niteliğini görüyorlar. Bu akımlar Saray rejimine ve iktidar kampına mensup siyasi güçlere karşı geniş bir “cumhuriyetçi” cephe oluşturuyorlar.
Bu doğrultuda yazar bugün için bu akımları geniş ortak cephe içindeki müttefikler olarak görmek gerektiği sonucuna varıyor…. Erkan Baş’a göre “bugün (Türkiye’de tepkinin, öfkenin hedefinde adı konsa da konmasa da kapitalizm var. Öyleyse bizim açımızdan bu tepkiyi sosyalizme yönlendirme hedefi bugün çok daha gerçekçi….. çünkü geniş cephe içindeki bu akımlar da biz sosyalistler gibi kapitalizmin barbarlığını görüyor….”
Birçok sosyalist eleştirmene ve bana göre bir muhafazakâr-İslamcı-milliyetçi burjuva hükümetin yıkılıp yerini seküler, neoliberal “cumhuriyetçi” bir hükümetin almasının “anti-kapitalist bir tepkiyi” içermesi görüşü gerçekçi görünmüyor….
Erkan Baş kitabından aldığımız pasaj aşağıda: “Saydığımız siyasi çatışma noktalarında sosyalistler tek başına değil. Toplumsal muhalefetin hedeflerinin, yolunun, kalp ritminin belirlenmesinde sosyalizm kadar sosyal demokrasi, radikal demokrasi ve Kemalizm gibi ideolojik yönelimler de etkili. Üstelik bu akımlar da sosyalistlerle aynı toplumsal kesimlere sesleniyor, bu akımlar da aynı toplumsal kesimleri etkilemeye çalışıyor.”
Cumhuriyetçi Toplumsal Muhalefet Cephesinin Güçleri
Öncelikle, bu andığımız dünya görüşlerinden hiçbiri sosyalizme “rakip olabilecek” bütünlüklü görüşler ortaya koymuyor. Geçenlerde sosyal demokrat bir arkadaşımla tartışırken, Marksizmin aslında ne kadar haklı olduğu noktasına ulaştık. Benden, bir sosyal demokratın, tutarlı bir Marksizm eleştirisi yaptığı bir kitap önerisi istedi. Düşündüm, bakındım ve böyle bir çalışma bulamadım. Türkiye’de bir sosyal demokratın “memleketi sosyalizm değil de sosyal demokrasi kurtaracak” şeklinde mantıklı ve tutarlı bir görüşü aktardığı bir çalışma göremezsiniz.
Erkan Baş devam ediyor: O zaman şöyle soralım: Sosyalizm ile saydığımız siyasi-ideolojik yönelimler birbirleriyle rakip mi, yoksa müttefik mi?
Sosyal demokratlar bütünlükten yoksun, parçalara ve çok güncele odaklanan, daha “geri” algılara hitap eden görüşlere sahipler. Örneğin, sosyal demokrasi ne talep ediyor? Diyelim ki, sosyal demokrat bir parti olarak CHP’nin genel başkanı daha geçenlerde, “sağ-sol ayrımı 18. yüzyıla aittir, biz solcu değiliz” minvalinde açıklamalar yaptı. Bu sığ yaklaşımla nasıl bir rekabet ilişkisine girebiliriz ki…
Bu noktada, özellikle kendini sosyal demokrat olarak adlandıran ve CHP seçmeni olan dostlarımız için bir parantez açmak istiyorum. Bize bazen, “yaptıklarınızla CHP’yi zayıflatıyorsunuz, ana muhalefeti bölüyorsunuz” şeklinde eleştiriler yöneltiliyor. Böyle bir amacımız olmadığını yukarıda dile getirmiştim ama bununla sınırlı da değil…aksine kuvvetli bir sosyalist hareket, CHP’nin AKP ile daha geri bir zeminde masaya oturmayı kabul etmesine de engeldir. Örneğin, Sosyalist hareketin güçlü olduğu bir Türkiye’de CHP, Ekmeleddin İhsanoğlu gibi bir ismi aday yapamaz. Bu açıdan, sosyalistleri “bir gelecek hayali satıp, AKP’den kurtulmayı engellemekle” suçlamanın teorik olarak yanlışlığı bir yana, pratikte de bir karşılığı yok. Ekmeleddin İhsanoğlu aday gösterildi de ne oldu, diye sormalıyız. Sosyal demokratlar olarak siyasi tarihinizin en ağır yenilgisini aldınız. İşte gerçek bu…
Kemalizm ise daha Türkiye’ye özgü bir görüş.
Sosyal demokrasinin evrensel kimi iddiaları olabilse de Kemalizm’in bu topraklara özgü yanının daha fazla olduğunu ve fakat Sosyal demokrasinin evrensel anlamda bir ideolojik bütünlüğe sahip olmadığını söyleyebiliriz. Kemalizm, daha pragmatist, refleksif ve farklı unsurların eklektik şekilde bir araya gelmesinden oluşuyor. Örneğin kim temsil ediyor Kemalizmi? Kenan Evren mi, Bülent Ecevit mi, Kemal Kılıçdaroğlu mu? Hepsi bu Kemalizm iddiasını taşıdı.
Objektif bir değerlendirmeyle şunu söyleyebiliriz: Köşeli ve derinlikli olamayan ancak yaygınlığının ciddiye alınması gereken bir Kemalist damar olduğu su götürmez bir gerçek. Bunun bir ideolojiye bağlılık yerine çok daha fazla, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurucu kişiliğine, Mustafa Kemal Atatürk’ün dönemsel tercihleri ve politikalarına saygıdan kaynaklandığını düşünüyorum.
Bu saygının, yüzümüzü geriye dönmemek kaydıyla sosyalizmin gelişimine zarar verebileceğini de açıkçası hiç sanmıyorum. En azından bugün Mustafa Kemal’i rehber edinen herkese şunu söyleme hakkımız var: Mustafa Kemal’in yaptığını yapın ve yüzünüzü geriye çevirmekten vazgeçin.
Radikal Demokrat HDP
Radikal demokrasi ise ülkemizde daha çok HDP aracılığıyla gündeme gelen, tüm dünya üzerinde emperyalist-kapitalist sistemin yarattığı sorunlara karşı yürütülen siyasal mücadelelerin içinde yer alan bir eğilim.
Bununla birlikte, başta Kürt sorunu olmak üzere rejimin baskı ve zorla üzerlerini örtmeye çalıştığı farklı toplumsal sorunları çözmeye yönelik radikal demokratik talepler, sosyalistlerin güncel mücadele başlıklarıyla sıklıkla kesişiyor. Bu tür ortak mücadele başlıklarında yan yana durmayı hem zorunlu hem gerekli hem mücadele açısından yararlı bir görev olarak görüyoruz.
Radikal demokrasiyi Türkiye’de tartışıldığı biçimiyle biraz Batılı, biraz Ortadoğulu bir akım olarak; kapitalizmin ve “reel sosyalizmin” eleştirisini— anarşizan görüşlerle– birleştirme kaygısı taşıyan bir akım olarak ele alıyorum. Radikal demokrasiyi nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan, eleştiri odaklı, küçük toplumsal birimleri esas alan, bu bakımdan düşünme biçimimize mutlaka ciddi katkılar yapan bir görüş olarak değerlendirmek gerekir. Elbette bize göre yine “bütünlük” sorunlarına sahip bir görüş olduğunu ekleyerek…
Dolayısıyla, tüm bu ideolojik-siyasi yönelimlerin, sosyalizmle (ÇN. Teorik) rekabet birikimlerinin bulunduğunu da sanmıyorum, böyle bir niyetleri olduğunu da sanmıyorum. Ama tam da bu nedenle daha kolay yayılabiliyorlar. Bu akımların daha esnek olmaları ve kolay şekil değiştirebilme nitelikleri genele (bizim seslendiğimiz) aynı toplumsal kesimlere kolay nüfuz edebilmelerini sağlıyor.
Taktiğimiz: Mızrağımızın Sivri Ucu İktidarı Hedef Alacak
Bizim taktiksel olarak, tüm bu rakip gibi görünen görüşlerle ayrım noktalarımızı belirginleştirmemiz, fakat esas olarak iktidara karşı kavga vermemiz gerekiyor. Sosyalizmin toplumsal destek kazanmasının yolu, Saray Rejimi’ne karşı en etkili mücadeleyi sergilemesinden, buna öncülük etmesinden geçiyor ve geçecek. Rejimi temsil eden, ona liderlik eden siyasi kampa karşı “cumhuriyetçi” diyebileceğimiz geniş bir cephe söz konusu. Farklı ideolojilere ve renklere sahip bu geniş cephede sosyalistler de “devrimci bir cumhuriyet”, “emeğin cumhuriyeti” sloganlarıyla yer alıyor. İşçi sınıfını temsil ediyoruz. Yüzümüzü esas olarak karşı kampa çevirerek, bizim taraftaki geniş toplumsallığa Saray Rejimi’yle nasıl kavga edilebileceğini göstermeye çalışıyoruz.
Mızrağımızın sivri ucunu nadiren bu geniş cephenin diğer güçlerine döndürüyoruz. Ne yazık ki bazen bunun yapılması gerekiyor…
Ancak tekrar altını çizeyim, sosyalistler ve işçi sınıfı ancak mücadelenin ileri kolu olduğunda bu (ÇN. bizim) tarafa omurga kazandırabilir ve Türkiye’nin etkili ve kitlesel siyasi gücü haline gelebilir. Rakip görünen görüşlerle bizim aramızdaki denklem de ancak bu sayede yeni bir biçim kazanabilir.
Ve unutmayalım ki bugün şöyle bir avantajımız var:
Soğuk Savaş dönemi boyunca, Türkiye’de emperyalizmin ve içerideki uzantılarının öncelikli hedefi sosyalizmi yenilgiye uğratmaktı. Çok radikal bir karşı devrimci (ÇN. neoliberal dalga) fırtınaya maruz kaldık. Fakat geldiğimiz aşamada bu fırtınanın geri çekildiği kanaatindeyim. Kapitalist düzenin öyle ya da böyle devamından yana, diyelim ki sosyal demokrasi gibi ideolojilerin veya türevlerinin bugünkü önceliği anti-komünizm değil. Sosyalizmin olmadığı bir dünyanın (ÇN. Sovyetler Birliği ve sosyalist kampın ve sosyalist ülkelerin olmadığı bir dünya) ne kadar rezil, nasıl kanlı ve insanlık dışı olduğu anlaşıldı. Tepkinin, öfkenin hedefinde adı konsa da konmasa da kapitalizm var. Öyleyse bu tepkiyi sosyalizme yönlendirme hedefi bugün çok daha gerçekçi.
Bugünkü Türkiye Kapitalizmi Otoriter Rejime Muhtaç
Tabii ki sonsuza kadar sürecek bir avantajdan söz etmiyorum. Zaman bizleri sıkıştırıyor. Özellikle AKP iktidarının yıkılmasının ardından oluşacak yeni kompozisyonda göz boyamak için ya da bu kez gerçek bir tehdit olarak görecekleri ve işçi sınıfını karalamak adına bir furya başlatabilirler. Bu karalama kampanyasına şu an AKP karşıtı görünenler, sosyal demokrasinin kimi unsurları da dahil olabilir, hatta kesinlikle olacaktır. O yüzden, AKP’nin yıkılış sürecine nasıl bir güçler dengesiyle geçileceği kritik önem taşıyor. Ancak yapamayacakları bir şey var: Çok radikal bir küresel dönüşüm olmadığı sürece kapitalizmin otoriterlik eğiliminin hep baskın olacağını öngörüyoruz. Kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için doğayla, insanla, bilimle, demokratik katılım mekanizmalarıyla, barışla, yani genel olarak yaşamla kavgasına devam etmesi gerekiyor.
Burjuvazi Bölünmez Bir Bütün!
Erkan Baş devam ediyor: “Türkiye açısından düşünelim… Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı döneminde sermaye sınıfı bir bütün olarak (ÇN. Tüm kesimleriyle) çok önemli mevziler kazandı. Esnek ve güvencesiz çalışmanın neredeyse bir kural haline gelmesi, sendikaların etkisizleştirilmesi, emekli olmanın zorlaştırılması, doğanın yağmaya açılması, ihalelerdeki usulsüzlükler, vergi politikalarıyla ve dolaylı yöntemlerle kaynak aktarımı, yayılmacı dış politika, özelleştirmeler gibi mevziler nasıl kazanıldı?
Siyasal İslamcı, Türk-İslam sentezi denebilecek bir ideolojik arka planda ve zor aygıtının öne çıkarılması ile, sermayenin işine gelecek bir ortamın hazırlanmasını sağladı. Sermaye sınıfı, işine gelen, kârlarına kâr kattığı bu (ÇN. AKP) dönemin nimetlerini unutmayacaktır. Sermaye sınıfı mevzilerini kaybetmek istemeyecek. Öyleyse daha dinci, otoriter, doğaya, gençliğe, kadınlara düşman bir kapitalizme ve onun siyasetine ihtiyaçları var.
Tekrar başa dönüyorum…
Biz her halükarda AKP’nin yıkılış momentini (ÇN. Yıkılış Anını) önemsiyoruz. Türkiye’nin geleceği işte o anda belli olacak. Belki 40-50 yıllık gelecek o yıkılış anındaki güç dengelerine göre belirlenecek.
O süreç sosyalistlerin bu topraklarda toplumsal hafızaya nasıl kazınacağını da belirleyecek.
1920’de komünistler olarak Kurtuluş Savaşı’nın bir parçası olmak üzere hamle yaptık ve tasfiye edildik. O yıllar Anadolu’da sosyalist fikirlerin “Bolşevizm” adıyla en fazla yayıldığı dönemlerden biridir. Fakat kurtuluş ve kuruluş kavgasına sosyalistlerin etkin bir şekilde dahil olması istenmedi. Mustafa Suphi ve yoldaşları katledildi. Türkiye Komünist Partisi’nin faaliyet yürütmesi engellendi. Aslında bu bastırma ve kısıtlama adımları uzun vadeli olarak alınan önlemlerdi. Sosyalist hareket 1960’lara kadar gerçek bir toplumsal kuvvet haline gelemedi. 1961’de TİP’in kuruluşu, ardından DİSK’in kuruluşu, gençlik hareketi, aydınlarla başlayan mayalanma Türkiye’nin sonraki on yıllarını belirledi. O dönemdeki anti-emperyalist tavrımızla, faşizme karşı mücadelemizle, Kürt sorununu ülkenin gündemine taşımamızla, işçi sınıfının kazanımlarıyla toplumsal hafızaya kazındık.
Bir karakter kazandı sosyalizm… Eğrisiyle doğrusuyla o karakter bizi kalıcı kıldı.
Ve sonra büyük bir yenilgi! (ÇN. 1980 darbesi)
Şu an sol dendiğinde insanların aklına önce “direnme” kavramı geliyor. Önümüzdeki görev, direniş eyleminin bir adım ötesine geçebilmek, toplumsal bellekte “Saray Rejimi’ni yıkabildiler ve yeniyi kurabilecek güce sahipler” şeklinde yer edinebilmek… TİP üyeleri başta olmak üzere tüm sosyalistlerin böyle büyük tarihsel bir sınavı var”.
Kemal Okur: Türkiye’de “Cumhuriyetçi Sosyalist-komünist Akıma” Bir Eleştiri
Bu başlıkta yukarıdaki yazıda tipik bazı niteliklerini gördüğümüz, Türkiye’nin spesifik bir sosyalist-komünist akımından söz ediyoruz:
Kökleri 1978’e dayanan Gelenekçi akım… Bu akımın birinci niteliği, topluma ve siyasi mücadelelere bakarken somut toplumsal-ekonomik güçler analizinden ve somut maddi çıkarlar analizinden kaçınması ve kendisini ideolojiler ve ideolojik akımlar dünyasına hapsetmesi, dünyayı ideolojilerin değiştireceği inancı!!!!
Arkasına sınıfın maddi gücünü ve sınıfın maddi desteğini yığmayı başaramadığın zaman sosyalist akımın diğer rakip burjuva parti ve siyasi akımlar karşısındaki üstünlüğü kesinlikle açığa çıkamaz… Sonuç olarak maddi gücü kontrol eden burjuvazinin talep ve çıkarlarını temsil eden büyük siyasi partilere karşı “yumruk mesafesinde” “gölge boksu” yapmak zorunda kalırız.…
Bu akımın ikinci özelliği, yapısalcı ve kurgucu olması, örneğin CHP’nin sosyal-demokrat ve HDP’nin radikal demokrat partiler olarak kurgulanması. İtiraz ettiğimiz şey, bir partinin kendisi için ilan ettiği biz “radikal demokrasiyi” “demokratik sosyalizmi” savunuyoruz söyleminin sorgulanmadan kabul edilmesi…
Radikal demokrasi akımı Marksist akademi içinde üretilmiş bir siyasal strateji … Demokratik sosyalizm veya sosyal demokrasi geniş anlamda Marksizm içinde olan sosyalizme barışçı evrim yoluyla ulaşmayı savunan ve demokrasinin kaçınılmaz olarak sosyalizme evrileceğini söyleyen bir akım… Sosyal demokrat akımın 1951 yılında geçirdiği ideolojik dönüşümü ifade ediyor ve Sosyalist Enternasyonal’in temel ideolojisi…
Ve sonuçta varılan yer “sosyal-demokrat” CHP’nin merkezi ABD’de olan neoliberal mali oligarşinin neoliberal ideolojisinin ağır ideolojik etkisi altında olan bir parti olduğunun gizlenmesi…
Türkiye’ye özgü nitelikler gösteren bu merkez sol akım (CHP), Avrupa’daki klasik sosyal demokrat akımdan bazı görüş ve tutumları alıyor şu veya bu derecede içselleştiriyor: güvenlik örüntüsü dahil Batı merkezli bir uluslararası sistemi savunmak, Batılı değerlerin evrensel değerler olduğu, Batının üstünlüğü, Batı tipi demokrasi, Batı-tipi modernleşme… CHP’nin bu merkez çizgisi sol bir tür sosyal-emperyalist görüş özelliği gösteriyor. CHP bugünlerde, ABD yönetiminin “otoriter” rejimlere karşı dünya demokrasi cephesi oluşturma söylemini tekrarlıyor.
Buradan Cumhuriyetçi Sosyalist-komünist Akımın önemli bir takıntısına geliyoruz: burjuvazinin farklı siyasi partilerinin varlık nedenlerinin işçilerden gizlenmesi….Bu siyasi partilerin siyasal çizgileri ile az ya da çok kalıcı ve süreklilik özelliği gösteren ideolojik söylemleri ile temsil ettikleri ekonomik çıkarlar ve temsil ettikleri toplumsal gruplar arasındaki iç bağlantıların gizlenmesi….. Bu iç bağlantıların sınıf bilinçli işçilere açıklanmasının neredeyse tabu bir tema olarak görülmesi….. Erkan Baş, bugünkü “sosyal demokrat CHP’nin” aslında komünizme karşı mücadele yerine kapitalizme tepki duyan bir parti olduğunu yazıyor ve ekliyor: “Öyleyse bu tepkiyi sosyalizme yönlendirme hedefi bugün çok daha gerçekçi”. Erkan Baş CHP yönetiminin ve siyasi danışmanlarının Batılı neoliberal düşünce kuruluşlarının ve TÜSİAD gibi işbirlikçi finans ve holding güçlerinin yakın markajı altında olduğunu ve onların taleplerini ekonomik program olarak savunduğunu görmüyor mu? Kanımca CHP yönetiminin bu güçlü çıkar çevrelerinin etkisinden kurtarılıp sosyalizm hedefine yönlendirilmesi, bugünkü koşullarda çocukça bir ütopya.
Kapitalist barbarlık güçleri ile Sosyalist İnsanlık Güçleri Çelişmesi
Üçüncüsü, dünyadaki bugünkü baş çelişmenin bir dönem var olmuş fakat “artık olmayan” sosyalizm döneminin intikamını almaya çalışan kapitalist barbarlık güçleri ile sosyalist insanlık güçleri arasındaki mücadele olarak görülmesi…. Bu nedenle de bizler insan olarak yaşamak için sosyalizme ihtiyaç duyuyoruz…
Dünyadaki toplumsal çelişmeler indirgemeci bir yaklaşımla tek bir çelişmeye indirgeniyor ve bu tek çelişme dünyadaki tüm ülkelere empoze ediliyor……
Sosyalizm ile kapitalizm veya işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişme… Bu yaklaşım dünyadaki az sayıda tekelci kapitalist devletin, tekel konumuna sahip oldukları üretim faktörlerinde özellikle mali sermaye stoku ve mali sermaye tekeli—diğer sermaye türlerindeki üstünlüklerini saymıyorum–, bilimsel ve teknolojik tekel konumları, dünya pazarları ve dünyanın üretim kaynakları üzerindeki tekel konumları; dünya ticareti ve dünya para ve finans sisteminde kural koyucu olmalarına ve emek üretkenliğinde sahip oldukları üstünlüklerine dayanarak dünyanın geri kalan ülkeleri üzerindeki ağır sömürü ve kontrolünü, bununla birlikte bu devletlerin büyük kapitalistlerinin dünyanın geri kalan ülkelerindeki işçi sınıfları üzerinden elde ettikleri artı-değer sömürüsünü analiz dışı bırakıyor.
Dünya sistemi bu şekilde bir diğeri ile bağlantılı başlıca 4 toplumsal çelişmenin organik birliği olarak görülmezse, kullanılan emperyalizme karşı mücadele sloganları değerini yitiriyor.
Dünyadaki İki Önemli Çelişmenin Gözardı Edilmesi
Böylece pratikte, bugünkü dünyadaki geniş işçi sınıfı ve sosyalizm güçleri ile mali oligarşi emperyalizmi ve hegemonyacılığı arasındaki mücadelenin ve öte yandan mali oligarşi emperyalizmi ve emperyalist hegemonyacılık ile Küresel Güney ülkeleri (Çin, Küba, Kore ve Vietnam bu gruba dahil) arasındaki mücadelelerin görmezden gelinmesi… Dünya çapında süren sosyalizm güçleri ile kapitalizm güçleri arasındaki mücadelede sosyalist ülkelerin kapitalizm güçleri saflarına sokulması….
Kapitalist-emperyalist piramit teorisi ve Anti-emperyalizmin Değersizleştirilmesi
Dünya çapında bir kapitalist-emperyalist piramit kurgusuyla kapitalist yolu izleyen tüm ülkelerin derece- derece emperyalist nitelikler taşıdığının ileri sürülmesi…. Tabii ki bu ülkelerdeki işçi ve emekçilerin hem o ülkenin kapitalistlerinin hem de sistemin merkezindeki emperyalist tekelci kapitalist güçlerin çifte sömürüsü altında olduğunun üstü örtülüyor… Lenin bu görüşleri okusaydı ne derdi?
Başlıca 4 toplumsal çelişmenin dışında önemli bir küresel politik gelişme olan çok kutupluluğun gelişmesi ile bu sürecin ABD önderliğindeki güçlü kapitalist blok tarafından engellenmesi çabası….Sosyalist ülkelerin dünyadaki bu çok kutupluluk trendini tüm dünya çapında bir barış ve anti-hegemonyacılık eksenine yönlendirme çabasının görmezden gelinmesi…
Çelişmeler tek çelişmeye indirgendiğinde, emperyalizmi ve hegemonyacılığı zayıflatan çeşitli siyasi ve ekonomik trendler de gözden kaçıyor. Örneğin bazı yazarlar, Güney Amerika’daki ALBA Latin ülkelerinin ekonomik blokunu geleceğin emperyalist bloku olarak değerlendirebiliyor.
Bunu en aşırı bir bicimde Sol Haber yazarı Erhan Nalçacı’da görüyoruz https://www.youtube.com/watch?v=NXnAeGaLij8
Laik-Batıcı-ilerlemeci güçler ile Dindar-gelenekçi güçler Arasındaki Derin Yarılma
Dördüncüsü, Türkiye’nin Kemalist güdümlü modernleşme tarihine ve Türkiye’nin siyasal mücadeleler tarihine ve bu tarihlerin ürünlerinden biri olan köklü kültürel-politik yarılmaya — laik-Batıcı-ilerlemeci güçler ile dindar-gelenekçi güçler—bu güçlerden birinin ideolojik hegemonyası altında bakmak….. Bu Cumhuriyetçi-komünist akımın teorisyenlerinden birinin yazdığı gibi “Biz Batılıyız….Nokta” https://www.ilerihaber.org/yazar/biz-batiliyiz-nokta-64487.html
Bir Marksistin bugün Rusya, Çin ve İran düzenlerine karşıtlığını “biz Marksistler Batılıyız” formülasyonuna sığınarak yapmasını anlamak imkansız. Yazar bu üç ülkeyi aynı kefeye koyarak sormuş: biz bugün Rusya, Çin, İran gibi ülkelerdeki düzene mi öyküneceğiz?
İlave olarak yazar çok iddialı bir tez ortaya atmış ve Batı uygarlığı dışındaki uygarlıkları küçümsemiş: diğer uygarlıklarda “insana odaklanarak felsefe-bilim-tarih sacayağına oturan, üstelik evrensel açıklayıcılığı olan gelişkin bir öğreti” yoktur. Bana göre tarihsel bir perspektiften bakıldığında, Batı uygarlığı uzun evriminde iki zayıflık göstermiştir: biri uygarlık ve barbarlık paradoksu, diğeri ise “pseudo (sözümona) evrenselliğini” iddia etmesi ve bunu üstünlük ve kibir duygusu ile kendi dışındaki uygarlıklara dayatmasıdır.
Not edelim, Gezi eylemlerinde ortaya çıkan çatışmanın en derin temeline indiğimizde bu iki kamptaki gücün mücadelesini görüyoruz…. Türkiye’de bu yarılma başta burjuvazi olmak üzere tüm sınıf ve tabakaları keser ve kendini yeniden üretmeye çalışır. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin büyük çoğunluğu ve Batılı yabancı şirketlerin üst düzey yöneticileri genellikle Laik-Batıcı-ilerlemeci güçlerin safında veya arkasındadır.
Şüphesiz bu tarih olaylara birebir Laik-Batıcı-ilerlemeci güçlerin gözüyle bakılmıyor…Bu cumhuriyetçi sosyalist-komünist akım, benimsediği kurgucu ve yapısalcı yolla bu tarihlere ve bu iki taraf arasındaki mücadelelerin bir tarafına “halkçılık”, “bağımsızlıkçılık” “cumhuriyetçilik” ve dahası kapitalizm-sosyalizm mücadelesini monte etmeye çalışıyor…
