Sol Kemalist Oportünizmi Kavrayalım (2)
Mehmet Ulusoy’un “Türkiye’ye Özgü Sosyalizm” Görüşü
Onur Şahin, Mayıs 2025

Geçtiğimiz günlerde ilk parçası yayımlanan yazı dizimize devam ediyoruz. Sol-Kemalist Oportünizmin ete kemiğe bürünüp “Türkiye’ye özgü sosyalizm” diye göründüğü bir sabaha uyandık yine!
Öncelikle en baştan belirtelim: Marksizmin yerelleştirilmesi savunduğumuz ve desteklediğimiz bir yaklaşımdır. Nitekim Nepalli Marksist yoldaşlarımızın Marksizmi nasıl kendi ülkelerinin özgün koşullarına uyguladıklarını değerlendirdiğim ve bu olumlu yaklaşımlardan örnek alma çağrısı yaptığım “Marksizmin Yerelleştirilmesi ve Praçanda Yolu” başlıklı yazım Bilim ve Sosyalizm dergisinde yayımlanalı birkaç yıl oluyor. Mehmet Ulusoy da bu derginin kadrosundaydı. Bu kısa maziyi hatırlatarak kimi okurların kapılabileceği yanlış algıyı kırma gereği duydum. Ha bir de şunu tekrar hatırlayalım ki oportünizm zannedilenin aksine bir küfür ya da hakaret değil bir teşhistir. Söz konusu sol-Kemalist oportünizm anlayışı Mao Zedung’un meşhur “hastayı kurtarmak için hastalığı tedavi etmeli” şiarından yola çıkarak ele alınacaktır. Dolayısıyla konunun başka yerlere çekilmesinin de önünü kapatalım ve konuya dönelim.
Mehmet Ulusoy yarinlar.com.tr’deki yazısında şöyle diyor: “Sosyalistlerin, devrimcilerin 1960’lardan bu yana 60 yıllık teorik ve pratik deneyiminin, Türkiye’nin, Türk Devriminin özgünlüğünü yakalama açısından, bugün bir özetini çıkarmak istersek, en önemli gerçek nedir? Bu gerçek, ABD güdümlü ortaçağcı mafya-tarikat güçlerinin karşıdevrim iktidarına karşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devriminin kazanımlarını korumada en başta Kemalist ve sosyalistlerin aynı mücadele cephesinde birleşmeleri değil mi? Solun makus talihini yenmesinin, solun ergenekondan çıkmasının anahtarı buradadır.”
Öncelikle yazarın halen Perinçek’in sayısız tahrifatına dayanarak şekillenen aydınlıkçı demokratik devrim anlayışının etkisinde olduğunu görebiliyoruz. Bu çevre neredeyse son otuz yıldır eski demokratik devrim-yeni demokratik devrim ayrımını görmezden gelerek veya zaman zaman (daha önceki yazılarımızda bizzat Perinçek’in kitaplarından örnekler verdiğimiz üzere) açıkça düşünce tembelliğine teslim olarak kendilerine has bir demokratik devrim tahayyülünde çakılı kaldı. Bizim demokratik devrimden anladığımız şey temelde sömürge, yarı sömürge ve/veya yarı feodal ülkelerdeki anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrimlerdir. Önderliğinin sınıfsal karakteri ve içinde yer aldığı büyük çağ—kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı—bakımından da eski ve yeni demokratik devrimler olmak üzere ikiye ayrılır.
Kemalist devrimin dayandığı kuvvet temelde askeri bürokratik zümre (Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle Osmanlı’dan beri devleti fiilen yöneten sınıf-ül devlet—devlet sınıfı), büyük toprak sahipleri, toprak ağaları ve eşrafın meşhur “zade” sülaleleridir. Devrimden sonra bu kesimlerin devrime sağladıkları desteğin karşılığını fazlasıyla aldıklarını ve artık adım adım alelade birer eşraf parçası değil de insanlara “ekmek kapısı sağlayan” saygıdeğer iş adamlarına dönüştüklerini görüyoruz. Zaten durum böyleyken bu insanların birer proleter gibi hareket edip yeni tipte bir demokratik devrime adım atacaklarını düşünmek yanlış olurdu.
Marksizmin en temel ABC’sinden yola çıkarak bu yalın gerçeği kavradığınızda Aydınlıkçıların hayal ettikleri “Kemalist devrimi tamamlayarak adım adım sosyalizmi inşa etme” formülünün kofluğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Yazara sorularım:
Rusya ve Çin gibi imparatorluk mirasçısı ülkelerde gerçekleşen demokratik devrimler ulusal sorunu nasıl çözmüştür? Herkesi Ruslaştırarak, Hanlaştırarak mı? Ülkedeki en kalabalık etnik grubun dilini ve etnik/milli-sembollerini ülkedeki azınlık etnik gruplara süngüyle dayatarak mı? Bu ülkelerde zaman zaman bu yönde olumsuz pratikler hayata geçirilmiş olsa bile bu pratikler bu ülkelerdeki ulusal sorunların çözümüne yönelik Marksist programların esasını mı oluşturmuştur?
Sovyetler Birliği’nde veya Çin’de demokratik devrim sonrası devlet eliyle bir gecede zengin olup sonra bu partilerin otoritelerini yıkmış veya bu partileri ele geçirmiş “saygıdeğer iş adamları” ortaya çıkmış mıdır? Sovyetler Birliği’ndeki geri dönüş pratiği akıllara gelebilir. Halbuki Sovyetler Birliği’ndeki geri dönüşün destekçisi olan kesim “saygıdeğer iş adamları” değil kapitalist yolcular veya “Nomenklatura” olarak da bilinen bürokratik elittir.
Şimdi bir de konuyu tersten ele alalım. “Kemalist devrimi tamamlamak” diyorlar. Kürt milletinin asimilasyonu süreci mi tamamlanacaktır? Devlet eliyle yeni yeni “Paşazade”ler mi peydahlanacaktır? Köylü ayağına çarık bulamazken paşalarını saraylara köşklere hapsedip etrafına tüneyen ve gece gündüz Çankaya’da zevk-ü sefa eden dalkavuk takımları mı canlandırılacaktır?
Ha yok, “Kemalist devrimi tamamlamak” derken kastedilen şey tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’yi inşa etmek ise onun yolu Türk büyük ulus şovenizminden veya yerli ve milli kan emicilerimizi “it de olsa bizim ittir” mantığıyla güzellemekten değil Marksizm-Leninizm’in evrensel akidelerini Türkiye’nin özgün gerçekliğiyle birleştirmekten geçmektedir.
Zaten yazar da acı acı sormaktadır:
“(…)gelinen noktada bütün toplumsal ve kültürel koşullar oluştuğu halde, neden Türkiye için en acil, en hayati sorun olan, en başta Kemalist ve Sosyalistlerin ortak iradesine dayanan, siyasal ve örgütsel bir mücadele cephesi oluşmuyor?”
Küçük burjuva aydınlarımızın fantezilerindekinin aksine Türkiye’de 1960 yılında bile her iki kişiden biri okuma yazma bile bilmiyordu. İlk çok partili seçime değin seçimlere katılım oranı %10-15 gibi komik oranlarından ibarettir. Köylü kendisine “vekalet eden” vekillerin adını okuyup yazmayı bırakın, bilmemekteydi bile! Meclise bünyesinden seçildikleri şehirlere hayatlarında adım dahi atmamış “milletvekilleri” bu aydınlarımızın fantezilerinde adeta ellerinde kağıt kalem köylünün peşinden koşan idealist birer köy öğretmenidir! Durum böyleyken bu aydınlarımızın “Sosyalistler ile ortak irade koyabilecek Kemalist kitleler” söylemleri de günün sonunda hareketi CHP’nin kuyruğuna bağlamaktan başka hiçbir işe yaramayan ve hiçbir somut gerçekliğe dayanmayan söylemlerdir.
19 Mayıs’ta, 29 Ekim’de ve hatta 10 Kasım’da yürüyen gençlerin ezici çoğunluğu “Kemalist” olmayı bırakın, gerçek Kemal’i bile tanımazlar. Bir avuç Zafer Partili faşisti hariç tutarak söylüyorum ki bu gençler temelde baskı ve asimilasyona dayanan Kemalist milliyetçiliğin aksine masum yurtseverlik duygularıyla ve hükümetin özellikle laik kitleleri aşağılama çabalarına karşı liberal bir tepki olarak yürümektedirler.
100 yıllık bir kişi kültü, devletin her bireye en azından 12 yıllık zorunlu eğitim hayatı boyunca yüzlerce saat durmadan tekrarladığı “sarı saçlı mavi gözlü dev” menkıbeleri ve TÜSİAD/CHP ekseninin sayısız besleme “cesur” yazarlarla birlikte düşünüldüğünde bu gençlerin medya ve sosyal medyada manipülasyonlarla imal edilen bu yeni Kemal’i sembol edinmelerinde şaşılacak hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla bu kitleleri Kemalizm şablonuna hapsederek kazanmayı ummak veya bir avuç dinozor Kemalist aydını bugün hala “ittifak edilecek kuvvetler” olarak değerlendirmek Mao’nun hakikati olguların ardında arama ilkesine yakışmıyor…
