Zan Tao: Küresel Güney Bağlamı İçinde Çin ve Türkiye’nin Benzerlikleri
Çeviren: Onur Şahin
11 Temmuz 2025 tarihinde, Profesör Zan Tao, Türkiye Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (kısaca SAM1) toplantısında konuşma yapmak üzere davet edildi. Bu sayımızda, okuyucularımıza Zan Tao’nun konuşmasının tam metnini sunuyoruz.
Değerli dostlar,
Bugün bu toplantıda konuşmaktan onur duyuyorum. Bu benim, SAM’ı ilk ziyaretim görünüyor. Ancak Pekin’de SAM heyetleriyle yapılan görüşmelere birkaç kez katılmıştım. Başlarken 2005-2006 yıllarında ODTÜ’de misafir öğretim görevlisi olarak çalışma deneyimim kariyerim üzerinde temel bir etkiye sahip olduğunu söylemeliyim.
Bu konuşmam, temel ancak sıklıkla gözden kaçan bir soruya odaklanıyor: Tarihsel olarak karmaşık ve jeopolitik açıdan önemli ülkeler olan Çin ve Türkiye, günümüzün eşitsiz dünya sisteminde, özellikle de Küresel Güney’in gelişen olumlu söylemi içinde, öznelliklerini nasıl sürdürüyorlar? Çin ve Türkiye, karşılaştırmalarını anlamlı kılan bazı ortak özelliklere sahip. Her ikisi de tam sömürgeleşmeden kaçınmış, fakat aynı zamanda emperyalist tecavüzün yükünü omuzlamış post-imparatorluk devletleriydi. Çin ve Türkiye ikisi de radikal bir siyasi dönüşüm geçirdi, ancak Çin ve Türkiye Batı’nın modernleşme yolunu tam olarak taklit etmediler.
Ve Çin ve Türkiye ikisi de şimdi küresel meselelerde aynı anda hem merkezde hem de marjinal olma yapısal ikilemi arasında sıkışmış durumdalar. Küresel Güney kavramı çağdaş siyasi söylemde yeniden önem kazanırken şu soru ortaya çıkıyor: Çin ve Türkiye’yi bu çerçeve içinde nasıl yeniden konumlandırmalıyız? Çin ve Türkiye’nin tarihsel deneyimleri, özellikle de devrimci ve kalkınmacı yörüngeleri, halen süregelen eşitsiz dünya düzenini yeniden şekillendirmede nasıl harekete geçirilebilir?
I. “Küresel Güney”in Söylemsel Geri Dönüşü
Küresel Güney, birçok akademisyenin de belirttiği gibi, yalnızca coğrafi bir kategori değildir. Küresel Güney, Batı egemenliğindeki modernite (modernleşme) koşulları altında sistematik boyun eğdirme, epistemik marjinalleştirme ve jeopolitik ve jeokültürel dışlanma tarihini ifade eder. Son yıllarda, Küresel Güney kavramı hem Çin’de hem de Türkiye’de, yalnızca akademik tartışmalarda değil, aynı zamanda politika çevrelerinde de yeniden ilgi görmeye başladı.
Çin’de, Küresel Güney ülkeleriyle tarihsel ilişkileri ve etkileşimleri inceleyen nispeten olgun bir yayın ve belge yığını bulunuyor. Bu literatür, Çin ve diğer Afrika-Asya ülkelerinin “Barış İçinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesi”ni birlikte onayladığı 1955 Bandung Konferansı’na kadar uzanmaktadır.
Bu ilkeler – egemenliğe karşılıklı saygı, saldırmazlık, birbirlerinin içişlerine müdahale etmeme, eşitlik ve karşılıklı fayda ve barışçıl bir arada yaşama – o zamandan beri uluslararası toplumda yaygın olarak kabul görmüş olan normlar haline gelmiştir. Bu ilkeler birçok küçük veya zayıf ulus için, hâlâ büyük güç politikalarının şekillendirdiği bir dünyada küçük veya zayıf ulusların haklarını savunmak için ahlaki ve yasal araçlar olarak hizmet ediyor.
Ancak o dönemde, 1955’te Türkiye, Batı blokuyla uyumlu kalmaya devam etmişti. O dönemde NATO üyesi olan ve Soğuk Savaş döneminde Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefiki olan Türkiye, kurumsal olarak Batı güvenlik mimarisinin içinde yer alıyordu.
Bu nedenle Türkiye, Asya/Afrika/Latin Amerika devletlerinin gözünde uzun süre marjinal bir aktör olarak kaldı.
Ancak Soğuk Savaş’tan sonra (1990lar) Türkiye, kendi stratejik kimliğini giderek daha fazla yeniden tanımlamaya kendi tercihleri üzerine düşünmeye çalıştı. Özellikle AKP hükümeti döneminde Türkiye, Afrika, Orta Asya ve daha geniş Müslüman dünyasına doğru diplomatik ve ekonomik açılımını genişletti. Bu hamle, bir yandan salt “Batı konumlanmasının” sınırlarını aşmak için, diğer yandan Türkiye’nin bölgesel ve kendisinin ilişkili olduğu medeniyet çevreleriyle bağlarını yeniden kurma yönünde bilinçli bir hamleydi.
Türkiye’nin bu stratejik yeniden yönelimi, Samuel Huntington’ın meşhur iddiasına (Türkiye’nin Müslüman dünyası üzerinde yumuşak güç etkisi olmadığı görüşüne) de meydan okuyan bir hamleydi. Bu iddiayı boşa çıkardı. Nitekim, son yirmi yılda Türkiye, dini, kültürel, insani ve ekonomik alanlarda giderek artan bir dış etkiye sahip bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmıştır.
II. İmparatorluk Sonrası Modernleşme Hareketlerinin Alanları Olarak Çin ve Türkiye
Cumhuriyet öncesinde Çin ve Türkiye imparatorluk ülkeleriydi. Tarihe baktığımızda, Çin ve Türkiye arasında dikkat çekici yapısal benzerlikler buluyoruz. Her ikisi de eskiden güçlü imparatorluk devletleriydi – sırasıyla Qing Hanedanı ve Osmanlı Hanedanı İmparatorlukları – ve bu iki ülke 19. yüzyılda Batı’nın yayılma tehdidi altında derin bir krize girdi.
Bu krizlere yanıt olarak, her ikisi de önemli reform çabalarına girişti:
–Çin’in Kendini Güçlendirme Hareketi, ardından Yüz Gün Reformu, bunlar Konfüçyüsçü değerleri Batı teknolojisiyle birleştirmeyi amaçlamıştı.
–Osmanlı Tanzimat reformları, imparatorluğun birliğini korurken askeri, hukuki ve idari sistemleri modernleştirmeye etmeye çalıştı ve Tanzimat reformları İslami değerlere sadık kalmıştı.
Nihayetinde, ikisi de imparatorluğun gerilemesini durduramadı. 20. yüzyıl her iki ülkede de devrimci ayaklanmalara tanık oldu.
—Çin’de, 1911 Xinhai Cumhuriyet Devrimi; 4 Mayıs 1919 Hareketi ve nihayetinde 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulması, devleti, toplumu ve ulusal kimliği yeniden şekillendirme ve tahayyül etme yönündeki bir dizi girişimi temsil ediyordu.
—Türkiye’de, 1908 Jön Türk reform girişimleri; Mustafa Kemal Atatürk’ün I. Dünya Savaşı’ndan sonraki devrimi, Saltanat ve Halifeliği kaldırmış, laik bir cumhuriyetçi sistem kurmuş ve bu devrim, iktidarı yeni bir milliyetçi elit elinde merkezileştirmişti.
Bu değişimler, basitçe Batı’nın hamuruyla yoğrulmuş veya basitçe Batılı kalıba sokulabilecek modernleşme süreçleri değildi; anti-emperyalist taleplerle, iç krizlerle şekillenen ve adaletsiz bir uluslararası sistem içinde yeniden söz sahibi olma arzusunu gösteren devrimci projelerdi.
Bu gerçeklik, 20. yüzyılın başlarında Çinli aydınların neden Japonya ve Türkiye’yi model ülkeler olarak gördüklerini açıklıyor. Japonya, belli bir dönem boyunca başarılı bir modernleşme örneği olarak görülüyordu; ancak bu yol Japonya’ya büyük bir bedel ödetmişti.
Fukuzava Yukichi’nin yazılarından da anlaşılacağı gibi, Japonya’nın modernleşmesi “Asya’dan ayrılıp Avrupa’ya katılma” temeline dayanıyordu; bu Japon stratejisi, bu ülke açısından sömürgeciliği ve dışarıdaki uluslara karşı ırksal hiyerarşiyi benimsemeyi içeriyordu.
Japonya, Çin’in modernleşme sürecini iki kez kesintiye uğratmıştı: ilk olarak 1894’teki Birinci Çin-Japon Savaşı’nda ve ardından 1931’den 1945’e kadar süren tam ölçekli işgalde.
Bu travmatik olaylar, Çin’i Batıyı taklit yoluyla ” Batıya yetişme” konusundaki romantik yanılsamalardan vazgeçmeye zorladı.
İronik bir şekilde, Çin’in bu tarihsel kopuşu aynı zamanda alternatif bir yolu da ortaya çıkardı: imparatorlukta değil, devrimde, kendi gücüne dayanan özyönetimde ve sömürge sonrası dayanışmada kök salmış bir modernleşme yolu izleme tutkusu…
Bugün, Çin’in bu yolu “Çine Özgü modernleşme” terimiyle özetleniyor: yayılmacılığa karşı çıkma, genişlememe, sömürgeleştirmeme, içsel dönüşüm ve barışçıl kalkınma ile karakterize edilen bir kalkınma modeli. Çin Komünist Partisi’nin toplumsal değişimlerin itici gücü olarak “öz-devrime” (iç yenilenmeye) sürekli vurgu yapması, bu gidişatın bir devamı niteliğindedir.
Japonya, 20. yüzyılın başlarında Çin için geçerli bir model olarak sembolik statüsünü kaybettiğinde, Çin elitleri giderek Kemalist Türkiye’ye bakmaya başlamıştı. Atatürk’ün Osmanlı düzenini yıkıp laik, bağımsız bir cumhuriyet kurmadaki başarısı büyük beğeni toplamıştı. Bunu açıklayan iki temel neden var:
1. Türkiye’nin anti-emperyalist zaferi, Afrika-Asya direnişi için bir örnek olarak görülüyordu;
2. Türkiye’nin yaptığı devrim —-laik ve milliyetçi olsa da— yalnızca kurumsal değil, aynı zamanda medeniyetçi bir amaç taşıyordu.
Ne yazık ki, günümüz dünyasında Türkiye’nin bu tarihsel deneyimi genellikle yanlış anlaşılıyor.
Kemalizm’in modern mirası giderek artan bir şekilde anti-emperyalizm merceğinden değil, özünde “neo-oryantalizm” ve “epistemolojik ırkçılık” olarak görülebilecek Batıdan ithal “kimlik siyaseti” çerçeveleri üzerinden yorumlanıyor.
Bana göre bu eleştiri çerçeveleri, özellikle post-modern Batı toplumlarında bazı bağlamlarda değerli olmasına karşın, Türkiye’nin devrimci geleneğinin merkezinde yer alan emperyalizmin yapısal eleştirisini gölgeleme eğilimi taşımaktadır.
Bu açıdan epistemolojik bir sömürgecilik karşıtı iddiada bulunmak, Batı’nın kazanmacalığı (Hep biz kazanırız) çerçevesini çürütmek ve reddetmek önemlidir.
Günümüz Çin sosyal medyasında, “Cermen Kazanmacılık” terimi, Batı’nın sürekli üstünlük konusundaki kendini pohpohlayan “Biz her zaman kazanan konumda olacağız ” anlatısını alaya alan hicivsel bir Çin terimidir.
Avrupa ve Amerika, geçmiş zaferlerini mevcut meşruiyete dönüştürerek, kendilerine karşı herhangi bir meydan okuyanın başarısını hile ve şans olarak çerçeveliyor ve böylece gerçek zamanlı üstün olma kanıtına ihtiyaç duymadan kast benzeri bir küresel hiyerarşiyi korumaya çalışıyor.
Batılı eleştirel teori ve Batılı eleştirel okullar Avrupa-Amerika merkezciliğine meydan okuduklarını iddia etseler de, Batı’nın kendi emperyalizm ve sömürgecilik tarihleriyle nadiren yüzleştiğini belirtmeliyiz.
Dahası, bu sözde Batılı eleştirel okullar bir zamanlar Batı modern emperyalizminin kurbanı olan Küresel Güney ülkelerine nasıl gelişecekleri konusunda ders vermeyi ve sürekli olarak bir öğretmen rolü üstlenmeyi sevmişlerdir. Buradaki ironi apaçık ortada.
III. Bir Yapısal Eleştiri Kavramı Olarak Küresel Güney
Bugün, sözde “kurallara dayalı uluslararası düzen”, Küresel Kuzey’in hegemonyasını sürdürmeye çalıştığı temel araç olmaya devam ediyor. Ancak şunu sormalıyız: Kimin kuralları? Bu kurallar hangi tarihe dayanıyor?
Düzen olarak söyledikleri şey ise, gerçekte, 19. ve 20. yüzyılların emperyalist-kapitalist mantığını sürdürüyor. Örneğin, meşhur “medeniyet standardı” doktrini….
Bu sistem eşitlik için değil, hiyerarşiyi sağlamak ve korumak için tasarlanmıştır; evrensellik diliyle maskelenmiş ırksallaştırılmış, ekonomik ve medeniyetsel dışlamaların olduğu bir düzen ve dünya arayışıdır.
Bu sistem, diplomasi, güvenlik, insan hakları ve kalkınma alanlarında Batı normlarına ayrıcalık tanır. Alternatif modellerin meşruiyetine tümden karşı çıkar, muhalifleri damgalar ve finansal, medyatik ve askeri baskılar yoluyla bu düzen ve kurallarına uyum talep eder. Bu bağlamda düşünürsek, Çin ve Türkiye ekonomik çıkarlardan veya jeopolitik kaygılardan daha fazlasını paylaşmaktadır. Çin ve Türkiye uzun zamandır konuşulan ancak nadiren kendi adlarına konuşmalarına izin verilen Batılı olmayan güçler olarak benzer yapısal bir konumu paylaşıyorlar.
Kendi öznelliğimizi tanımlama çabası içinde olmak yalnızca egemenlikle ilgili değil; kalkınma, güvenlik ve meşruiyet kavramlarını tanımlama hakkıyla da ilgili bir çaba haline gelmiştir.
IV. Zihinlerinizdeki Sömürgeciliğin Sonlandırılması ve Güney-Güney İşbirliği Ufku
Bu mücadelenin temel boyutlarından biri epistemiktir. Modernleşmenin, demokrasinin ve medeniyetin ne olduğunu kim tanımlıyor? Küresel tarihi yazma yetkisi kime ait?
Son yıllarda, Türk akademik söylemi -özellikle Batı odaklı kurumlarda- giderek daha fazla ithal teorik çerçeve benimsemiş görünüyor: Örneğin kimlik siyaseti, yapısökümcü eleştiriler, postmodern paradigmalar.
Yukarıda belirtildiği gibi, bu ithal teorik çerçeve bazı tartışmaları zenginleştirmiş olmasına karşın, genellikle Kemalizm’in temel anti-emperyalist anlatısının yerini sarsmaya çalışarak, bu anlatıya epistemolojik olarak Batı teorisine bağımlı çerçeveler dayatıyorlar.
Bizim akademide Çin devrimi üzerine değerlendirmeler uzun süredir (1990lardan bu yana) “devrimci tarih yazımı paradigması” ve “modernleşme tarih yazımı paradigması” arasında gidip gelmektedir.
Bugün, bizim akademide “Çine Özgü modernleşme” ve Küresel Güney perspektiflerinden, devrim ve modernleşme arasındaki ilişkinin yeniden değerlendirilmesi son derece önemli bir konu haline gelmiştir.
Küresel Güney’in bugünkü gerçek ülküsü şudur: yalnızca maddi güç ve etkiyi kazanmak değil, aynı zamanda anlatı gücünü de geri kazanmak; geçmişi tanımlama, bugünü dile getirme ve farklı bir gelecek hayal etme gücünü elde etmemiz gerekir.
V. Sonuç
Sevgili dostlar,
Çin ve Türkiye arasındaki benzerlikler yalnızca anekdotsal veya tesadüfi değildir. Daha derin bir tarihsel yakınlaşmayı yansıtırlar: Çin ve Türkiye, kendileri için yaratılmamış olan bir dünyada hayatta kalma, kalkınma ve onur arasındaki gerilimlerde yol alan iki imparatorluk sonrası toplumlardır. Bizler ilerlemek için hem Batının karikatür modellerine hem de basit Güney-Güney işbirliği romantizmine direnmeliyiz. Çin ve Türkiye gibi ülkeler arasındaki iş birliği, ekonomik anlaşmaların veya sembolik dayanışmanın ötesine geçmelidir.
İki ülke alternatif sözcük dağarcıkları, paralel kurumlar ve dünyayı anlamak için çoğulcu çerçeveler oluşturmayı hedeflemelidir.
Küresel Güney, sömürgecilik ve emperyalizmin ortak yaralarından oluşan bir topluluktur; Küresel Güney, sömürge karşıtı geçmişi sürdürürken psikolojik bir duruş ve siyasi bir duruş sergiliyor:
Küresel Güney kavramı, Batı düzeninin suçluluğunu, eşitsizliğini, adaletsizliğini ve anti-demokratik karakterini kabul etme zorunluluğunu temsil ediyor. Batı bu hesaplaşmayı reddediyor ve Batının dayattığı epistemoloji (öğretme) dünyayı, özellikle de Güneyli aydınları, sömürgeleştirdiği için bizler uyanık olmamız gerekiyor. Çin ve Türkiye aynı yolda yürümeseler de, miras alınan paradigmaların ötesinde düşünme, epistemik boyun eğmeye direnme ve daha adil ve kapsayıcı bir dünya düzeni için çalışma zorunluluğunu paylaşıyorlar.
- Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM), 1994’de kanunla kurulmuş olup, Mayıs 1995’ten beri aktif olarak faaliyet gösteren bir düşünce kuruluşu ve araştırma merkezidir. SAM, Türk dış politikasında karar alma mekanizmalarında görev yapanlara ilgili konularda bilimsel ve entelektüel danışmanlık ve geleceğe yönelik bir perspektif sağlamak amacıyla kurulmuştur. SAM, Türkiye’den ve dünyadan akademisyenler ile yurt dışındaki muadil kuruluşlar ve hükümetlere bağlı kurumlarla araştırmalar yapmakta ve organizasyonlar düzenlemektedir. Bir yandan bölgesel düşünce kuruluşları ağı kurarken aynı zamanda Dışişleri Bakanlığı birimlerine ve diğer devlet kurumlarına gerek duyuldukça danışmanlık hizmeti sağlamaktadır. ↩︎
