Ünlü Araştırmacı Alec Nove 1983’te Yazdığı Kitapta Çin’i ve Reformu Nasıl Değerlendirdi: Çin’de Aşırı Yoksulluk Var
Derleyen Ferdi Bekir

İngiliz araştırmacı Alec Nove Sovyet sosyalizminin ekonomi politiği üzerine bir dönemin en önemli araştırmacılarından biriydi. Belge Yayınları’ndan çevrilen “Uygulanabilir Bir Sosyalizmin Ekonomisi” Nasıl Olmalı Kitabı (1983) büyük yankı uyandırmıştı. Çinli komünistler Alec Nove’yi 1979 yılında Çin’e davet ederek onun sosyalizmin ekonomisi üzerine görüşlerinden yararlanmak istemişlerdi
Kitabın 1. Bölümünde aktardığımız Coward ve Ellis’in fikirlerine dönmek burada uygun düşebilir, bu yazarlara göre ‘‘Çin’de, delegasyon, yönetim ve iktidarın ‘temsilcilere’ yani ‘sorumlu kişilere’ verilmesi fikirlerini (kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuva demokrasisinin anahtar fikirleri çürüterek, yeni bir ideolojik devrim yapılmakta.’’
Bu görüş, hem ‘‘kültür devriminin’’ yanlış kavranmasını yansıtıyor, hem de reel dünyadaki reel koşulların pratik olanaklarının yanlış kavranmasının bir parça aşırı bir biçimini temsil etmekte.
Çoğu ‘‘Marksist’’ bu yanlış anlamaya katıldı. Bunlardan biri olan Charles Bettelheim, Sovyet sistemiyle ilgili olarak yaptığı kuramsal eleştirilerini, ekonomik ve kültürel olarak geri olan Çin’de sözüm ona başarılı sınıf savaşımı ve sosyalizm inşasıyla temellendirmiştir, Charles Bettelheim’e göre Çin’deki bu başarı sosyalizmin üretici güçlerin gelişmesini gerektirdiği öğretisi ile çelişmektedir.
Bettelheim sosyalizmin üretici güçlerin gelişmesini gerektirdiği öğretisine ‘‘ekonomizm’’ adını veriyordu. Kuşkusuz, üretici güçlerin yeterince gelişmemişliği nedeniyle Rus devriminin henüz olgunlaşmadığına inananlar Bolşevikler değil, Menşevikler ve yaşamının son günlerini yaşayan Kautsky idi.
Ne var ki Bolşevikler, iktidarı ele geçirdikten sonra birinci önceliği sanayinin büyümesine verdiler ve ilkin sosyalizmin, sonra da komünizme doğru ilerlemenin önkoşulunu kesinlikle ekonomik büyümede gördüler. ‘‘Sovyet iktidarı, artı, elektrifikasyon’’ (yani, Lenin’e göre sanayileşmenin özlü anlatımı) düşüncesinin sosyalizmin insanı için yeterli bir koşul olmadığını vurgulamakta bu noktada Bettelheim elbette oldukça haklıdır, ama zorunlu bir koşul muydu?
Bettelheim’in yanıtı ‘‘hayır’’ sanayileşme zorunlu koşul değildir. Çok geri bir ülkede gerçek bir sosyalizmin kurulmakta olduğu, sınıf savaşımının ekonomik gelişme karşısında önceliği aldığı Kızıl olmanın uzman olmaktan daha önemli olduğu) Çin’deki kültür devriminin de kanıtladığı gibi, aksi görüş ‘‘ekonomizmdir”.
Bettelheim kendi görüşlerini yeniden gözden geçirmektedir. Gerek ‘‘kültür devriminin” Marksist kuramın tasarladığı biçime bürünmediği, gerekse ‘‘kültür devrimiyle”, şimdi Mao’nun ardıllarının çok sancı çekerek onarmak zorunda kaldıkları, Çin’e çok büyük zararlar verildiğini, şimdi Bettelheim da kesinlikle kabul ederdi.
Çin deneyiminden hangi dersler çıkarılabilir?
1949-57 Döneminde Çin’deki planlama sistemi Sovyet modelini kopya eden bir evrim gösterdi ve Sovyetlerin oldukça geniş yardımı ilerlemeye yardımcı bir etken oldu.
Geniş-ölçekli sanayinin tümü ve küçük-ölçekli sanayinin büyük bölümü kamulaştırıldı. Fakat Çinli yetkililer az miktarda girişimci yetenekten yararlanma gerekliliğinin bilincindeydiler.
Nitekim, eski milli kapitalistlerin fabrikalarını bu sefer yöneticiler olarak yönetmeyi sürdürmelerinin pek çok örneği görüldü. (Daha sonra 1953-1956 arasında milli kapitalistlerin fabrikaları da kamulaştırıldı)
Kentte kooperatifler özendirildi. Köylüler aşama aşama (oldukça kanlı bir toprakbeyi-karşıtı kampanyanın ardından) kolektifleştirildi ve bu süreçte Sovyet deneyiminin tersine, tarıma fazla zarar verilmedi.
Bunun nedeni belki de Çinli komünistlerin kırsal kesimlerdeki devrimci üs bölgelerinde çalışmış olmaları, böylece Rusya’daki yoldaşlarına göre köylülere çok daha yakın olmalarıydı. Bununla birlikte, kolektifleştirme Çin’de de baskıcı bir süreçle gerçekleşti. Köylülerin tercihleri hiç dikkate alınmadı.
Kentte ve köydeki üretim hızla büyüdü. Bunun önemli bir nedeni, basitçe, Çin’in başına yüz yıldır bela kesilmiş olan kaos, iç savaş, dış işgal ve iç savaş-ağalarının yerini düzenli bir toplumsal ortamın almış olmasıydı. 1949’dan önceki ana sanayi merkezlerinin, Mançurya gibi Japonların denetimi altındaki bölgelerde ya da düzenin sürdüğü yabancı emperyalistlerin korumasındaki imtiyazlı bölgelerde (özellikle Şanghay) gelişmiş olması rastlantı değildi.
Sonra 1958 yılında, ‘‘büyük ileri atılım’’ ve Sovyetler Birliği’yle ayrılık geldi. ‘‘İleri atılıma’’, kırsal nüfusunun muazzam çokluğundan yararlanarak Mao’nun Çin’e özgü bir gelişme yolu denemesi denebilir.
Yine de SSCB’de 1929-32 yıllarında onaylanan ve o da son derece iddialı büyüme hedeflerinin ve kitlelerin seferber edilmesini öngören stratejiyle bir paralellik görülmektedir.
İki örnekte de akıllı davranmaya çalışın şeklindeki uyarıcı sözler ‘‘sağ sapmalar’’ olarak mahkûm edildi ve çabalar büyük ölçüde boşa gitti.
SSCB ile arada farklılaşmalar da vardı tabii. Kırda küçük-ölçekli sanayi tesisleri ve evlerin bahçelerinde dökümhaneler gibi Çin’deki aşırılıklar Sovyetler’ de olmamıştı.
Bu çabaların uygulanamaz olduğu kanıtlandığı gibi; köylülerin kamu hizmetlerde aşırı ölçüde seferber edilmesiyle birlikte, köylülerin dikkatleri tarımdan uzaklaştırdı ve Çin’de ciddi bir yiyecek darlığı belirdi. Ayrıca aşırı komünal yaşama biçimlerini sokma ve köylülerin özel arsalara ve çiftlik hayvanlarına sahip olma haklarını kısıtlama, hatta kaldırma girişimlerini içeren, ‘‘halk komünleri’’ sistemi kuruldu.
1959’daki kaos ve karışıklık sonunda ‘‘Büyük İleri Atılım’’ terkedildi.
Görünüşe bakılırsa o günlerde Mao’nun kişisel konumu da olumsuz yönde sarsılmış ve iktidar Liu Şau-şi ve Çu En-lay’a geçmişti.
Onların daha ılımlı politikaları sayesinde zararı onarmak ve ilerlemeye yeniden başlamak olanağı doğdu. Yine de sistem büyük oranda merkezileşmiş kaldı. Devlet işletmeleri kârlarının neredeyse hiçbir kısmını ellerinde tutamadıkları gibi, malzemeler de merkezi plana göre merkezden dağıtılıyordu.
Kentlerdeki kooperatifler öylesine sıkı bir denetim altındaydılar ki, devlet işletmelerine benzer konumlara gelmişlerdi.
Eyaletlerde ademi-merkezileşmeden ne kadar çok söz edilirse edilsin, pratikte sanayi üretiminin büyük bölümünü Pekin’deki merkez denetliyordu.
Köylerde komünlerin üretim hedefleri azaltıldı. Tarımsal üretimi ‘‘tugaylar’’ (büyüklük ve önem bakımından Sovyet kolektif çiftliklerine denk düşen) hatta tugayların alt-bölümleri olan ‘‘ekipler’’ örgütlüyordu. Ancak onların rolleri konusundaki tartışma sürdü gitti.
Bugün bile karışıklığa yol açan bir konudur: Gelirlerin her tarımsal çalışma ekibinin net gelirlerine dayanması beklenmektedir, oysa bu gelirler bir ölçüde, tugay ya da komünün o ekibe işlemeleri için emir verdikleri şeyin ürünüdür.
Öyle ki, tarımsal ekibin çalışması ya da etkinliğinin dışında kalan koşullar yüzünden gelirlerde büyük dengesizlikler görülür. Köylülerin kendi evlerindeki özel arsalara yine hoşgörüyle yaklaşılıyordu. Ancak kentlerde özel işletmeler kurmak neredeyse olanaksızlaşmıştı.
1966’da ‘‘Kültür devriminin” sahneye konması ilerlemeyi sekteye uğrattı. Kültür devriminin tarihi şimdiye dek asıl olarak kurbanları ya da karşıtları tarafından yazılmıştır ve bunu olağan karşılamak gerekir.
Birbirine bağlı da olsa, dikkatle ayrılması gereken çeşitli öğeler söz konusuydu. Görüşlerden birisi, Mao’nun kendi egemen konumunu yeniden kazanma, onlara karşı kitlesel bir hareket seferber ederek, ‘‘kapitalist yolcular’’ olmakla suçlayarak, parti makinesini denetleyen Liu’yu yenilgiye uğratma çabasıydı.
Bu saldırı çizgisi, en radikal unsurlara, devrimci ruha seslenmeyi içeriyordu. Ancak bu, süreç içinde kültüre çirkin bir saldırı biçimine dönüştü. Belki de en kalıcı zararı eğitim gördü.
Çeşitli kaynaklar gerek kültür gerekse teknolojik eğitim üzerinde olumsuz etkiler doğuran on yıllık bir gerilemeye işaret ediyor. Binlerce aydın ve öğrenci ‘‘yeniden eğitim’’ için kırlık bölgelere gönderilirken, yüzlerce üniversite ve araştırma enstitüsü ya kapatıldı ya da kargaşa içine sokuldu.
Kimi gözlemcilerin (örneğin Jack Grayl) görüşüne göre onun dilediğinden daha aşırıya kaçtılarsa da Mao, fanatikleri cesaretlendirmişti.
İşletme yönetimlerine yer yer fiziksel saldırılar oldu. Pek çok örnekte resmen İşletmelerdeki çalışma ortamlarında disiplinsizlik teşvik edildi. Ücret eşitsizlikleri sürmekle birlikte, zaman zaman ‘‘burjuva hakkı’’ denen şeye karşı kampanyalar yürütüldü. Maddi özendiriciler karşısında sözde daha üstün manevi yöne ağırlık verildi. Köyler de de köylülerin evlerindeki özel arsalara ekip biçmeye karşıt önlemler yeniden canlandı.
Ordunun, Lin Biao’nun (ve esrarengiz ölümünün), Dörtlü Çete denen grubun, onların Mao’nun kendisiyle kültür devriminin farklı aşamalarındaki ilişkilerinin oynadığı rol, bu kitabımın kapsamını çok aşan sorunları gündeme sokuyor.
Kültür devriminin pek çok bölgede hiç hoşlanılmayan bir şey olduğu, özellikle son yıllarında ciddi ekonomik zararlara neden olduğu, daha fazla istatistik elde edene kadar zararlarının tam kapsamının asla ölçülemeyeceği açıktır.
MAO SONRASI REFORM VE AÇILIM DÖNEMİ
Mao’nun ölümünden sonra politika değişti. 1979’da Çin’i ziyaret ettiğim zaman reform yeni yeni oluşuyordu. Ekonomik kalkınmanın ideolojik radikallik karşısındaki önceliği yeniden güvenceye alınmıştı ve eğitimle kültüre verilen zararı onarmaya yönelik çabalara başlanmıştı.
İlk başta, önemli oranda Batı teknolojisi ithal etmeye dayanan, büyük çaplı bir sanayiyi modernleştirme programının benimsenmesinin olanaklı olduğu düşüncesi vardı.
Göz korkutucu engeller karşısında bu planlar çabucak rafa kaldırıldı: Belli başlı dengesizlikler sürüyordu; 1 milyara yaklaşan bir nüfusun beslenmesi sorunu gündemde olduğunda tarım alanında ivedi maddi girdiler ve özendiriciler gereksinmesi hissedilmekteydi; köylülere özendiriciler sunmanın anlamı da hafif sanayinin hızla genişlemesiydi. Büyük modernleşme programlarının henüz beklemesi gerekecekti.
Eski dönem şöyle eleştiriliyordu: “Tek yanlı olarak yüksek bir hıza ve yüksek birikim oranlarına ulaşmaya çalıştık ve büyük çaplı sermayeyi gerektiren bir kuruluşun özlemi içindeydik. Üretim ilişkilerinde, üretim araçlarının mülkiyetinde yüksek bir düzeye geçişe yersiz bir ağırlık verdik.’’ Xiao Zhen, Beijing Review, 16 Ağustos 1981, s. 14.
Üretici güçlerin hala ‘‘çok geri’’ olduğuna dikkat çeken bugünkü resmi politika, tarımın ve hafif (tüketim malları üreten) sanayinin önceliğini; ağır sanayinin tüketim malları sanayileri için gerekli üretim araçlarını sağlamaya kaydırmayı ve hizmetlere daha büyük bir dikkat vermeyi vurgulamayı sürdürmektedir.
Ne kadar ileri gidileceği konusunda henüz bir netlik bulunmamakla birlikte, piyasa mekanizmasının kuvvetlendirilmesi hedefini gözeten reformlar yürürlüğe konmaktadır.
Kamu mülkiyeti başat kalacaktır. ‘‘Üretici güçlerin fiili düzeyini hiçe sayarak ve toplumsallaşma derecesini bile bile yükselterek, olgunlaşmamış bir zeminde daha yüksek bir mülkiyet aşamasına geçiş’’; bir başka deyişle, nesnel koşullar devamından yana olduğu zamanda kooperatiflerin ve özel işletmelerin kaldırılmasına yönelik sürekli bir eleştiri yapılıyor.
Sonuç olarak, tarımda denetimleri gevşetmeye, ‘‘80 milyon köylüye ilk kez olarak aynen, işin örgütlenmesinin biçimlerini ve emeğe göre bölüşümün yollarını belirleyen, tarımsal üretimde farklı sorumluluk sistemlerinden birini seçme hakkı’’ tanımaya karar verilmiştir.
‘‘Köylülerin özel kullandıkları arsalar, işlenen toplam arazinin yüzde 7’sinden 15’ine çıkarılarak, genişletilebilir, hatta iki katı arttırılabilir.”
Şehirlerde ‘‘bir zamanlar ‘kapitalizmin kuyruğu’ sayılan bireysel aile işletmesi ekonomisi ve geçmişte aşağılanmış olan küçük-çaplı kooperatif ekonomisi, yeni politikayla özendirilen şeylerdir.’’ Agy, s. 17. Ayrıca bkz. C. Lin, «The reinstatement of economics in China today), China Quarterly, Mart 1981.
ÇİN ÇOK YOKSUL BİR ÜLKE
Çin aşın boyutlarda yoksul bir ülkedir. Nüfusu 1 milyara yakındır. Yine de ekilebilir arazisi Sovyetler Birliği’nin ancak yarısı kadardır. Yoksulluğu, 800 milyon köylünün ancak kendilerini ve var olan şehirleri besleyebilmesinin bir fonksiyonudur. Çin’in deneyimi, olumlu olumsuz, özellikle yoğun bir nüfusa sahip ve azgelişmiş ülkeler (AGÜ’ler) açısından çok büyük bir ilgi ve anlam taşır.
Kaydettiği ilerlemeyi Hindistan’ınkiyle karşılaştırmak özel bir değerdedir. Büyüme oranlan ciddi farklılıklar gösteriyorken, fiilen kimse aç kalmadığına ve çok zengin insanlar olmadığına göre, Çin’in sosyalistlerin gözünde bir üstünlük iddiasıyla ortaya çıkması olanaklıdır.
Çin’in sistemi Hindistan’daki demokratik oylama biçimleri, kast sistemi gibi eşitsizliğin derin kökler salmış nedenlerinin üstesinden gelmektedir.
Çin ise öteki planlı ekonomileri inceleyip onların deneyimlerinden bir şeyler öğrenmeye çalışmaktadır. Zaten Sovyet ve Macar ekonomileri üstüne bir konferans vermek üzere Çin’e davet edilmemin nedeni de buydu. Çin’in şimdi uygulamaya çalıştığı modelin yaşayıp yaşamayacağına, daha doğrusu son biçimine gelince, henüz durulmamış ve hızla değişen bir durum üzerinde bir yorum getirmeye kalkışmak için zaman çok erken.
Çin’in sürekliliği en uzun tarihe sahip bir eski devlet olduğunda kuşku yok. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, devrimciler tabula rasa’yla (sıfırdan) başlamadılar ve başlayamazlardı.
Yüzyılların alışkanlıklarının liderler üzerinde de yönetilenler üzerinde de etkileri vardı. Daha önce adını andığımız Bienkowski, ‘‘Çin deneyimi” hakkında söyleyecek çok sözü olan bir kişidir. Bienkowski, geleceğe ilişkin, Çin imparatorlarının da bir amacı olan ‘‘eşitlikçi despotizm’’ durumunun ortaya çıkacağı ya da korunacağı tahminini yürütmektedir.
Bienkowski’nin çözümlemesine her açıdan katılmak gerekmiyor; fakat ekonomik, politik ve askeri problemlere Çin’e özgü çözümleri bulunabileceğini, sosyalist ilkelerin ve sloganların Çin toprağına aktarıldığında çok farklı biçimlere bürüneceklerini kabul etmeyi reddetmek doğru olmaz. Aynı zamanda, daha önce vurguladığımız gibi, Çin’deki problemlerin çoğunun başka ülkelerde karşılaşılanlarla ortak çok yanı vardır.
