Neo-Marksizmin Devlet Teorisini Eleştirel Okuma
Prof. Gladys Hernández Herrera, Marksist Felsefe Bölümü, Havana Üniversitesi, Mayıs 1999,
Çeviren: Ferdi Bekir

1970’lerden bu yana, devlet teorileri alanında neo-Marksist okul, çoğulcu okul, elitist okul ve neo-muhafazakar okul ile eşit öneme sahip olarak, Batı dünyasında etkili olan birkaç önemli siyasi düşünce akımından biri olarak kabul edilmektedir. Bu metinde ele aldığımız neo-Marksist okulun, Batılı akademisyenlerin, Marksist teoriye ilişkin kendi anlayışlarına göre çağdaş gelişmiş kapitalist toplumsal pratiğe yeni teorik yorumlar getirmeye çalıştığı savunulmaktadır. Neo-Marksist okul, klasik Marksizmin (Leninizm dahil) doğrudan etkisi altında ortaya çıkmış ve çağdaş gelişmiş kapitalist devletlerde var olan Marksizmin bir varyantıdır. Neo-Marksist devlet teorisi, klasik ortodoks Marksist ((Leninizm dahil) devlet teorisinden veya genel burjuva devlet teorisinden oldukça farklıdır. Neo-Marksist devlet teorisinin temel özelliği, Marks ve Engels’in devlet üzerine savunduğu bazı sonuçları gelişmiş kapitalist devletlerin çağdaş siyasi pratiğine dayandırarak yorumlama veya geliştirme ve Marks ve Engels’in devlet üzerine savunduğu bazı sonuçları ayrıntılı olarak açıklama ve bu revize ettikleri yeni teoriyi bugünkü çağdaş kapitalist devletlerin siyasi pratiğini açıklamak için kullanma girişimidir.
Araçsalcı devlet teorisi
Neo-Marksizm, devlet meselelerinde farklı görüşlere ve kendi içinde birçok farklı ekole sahiptir, ancak yukarıda bahsedilen temel özellik, neo-Marksist devlet teorisinin çeşitli ekollerinde de kolektif olarak görülmektedir. Ralph Miliband’ın temsil ettiği bazı neo-Marksistler, egemen sınıf ile devlet aygıtı arasındaki ilişkilerden yola çıkarak, gelişmiş kapitalist devletlerdeki devletin doğasını inceler ve devletle ilgili araçsalcı devlet teorisini ortaya koyarlar. Marx ve Engels’in devletin sınıf egemenliğinin bir aracı/aleti olduğu görüşünü tamamen onaylarlar ve “Marksist çerçevede, kapitalist toplumdaki ‘egemen sınıf’, üretim araçlarını elinde bulunduran ve kontrol eden sınıftır” derler ve “Egemen sınıf ekonomik güce sahip olduğu için, devleti bir araç olarak kullanabilir. “① Ralph Miliband. Kapitalist Toplumda Devlet. Basic Books Inc. , 1969. S. 22.
Onların bakış açısına göre, çağdaş Batı toplumunda, devletin yönetici elitlerinin doğrudan kapitalistlerden gelmesi durumu giderek azalırken, devletin göreceli özerkliği artmaktadır. Fakat buna rağmen, “şu nokta hala geçerlidir: Liberal demokratik bir devlet olsa bile, bu bir sınıf devletidir ve egemen sınıfın iktidarını sürdürme işlevini yerine getirir. ” ② John Schwarzmantel.
Marksist Devlet Kavramı. Marksizm-Leninizm Çalışmaları. Devrim Yayınevi, 4. Sayı, 1989. S. 177.
Kapitalizmin laissez-faire döneminden farklı olarak, çağdaş dönemde burjuvazinin kendi egemenliğini sürdürmek için devlet aygıtını kullanmasının başlıca biçimleri arasında, tüm kapitalistlerin kârını artırmak amacıyla ekonomik hayata daha fazla devlet müdahalesi ve yüksek teknolojinin daha aktif bir şekilde geliştirilmesi sayılabilir. Araçsalcı devlet yaklaşımını(Miliband) benimseyen neo-Marksistlere göre, temsili demokrasi ve güçler ayrılığı, burjuvazinin halkı aldatmak için kullandığı sahte bir maske olup, bunun dışında hiçbir anlamı yoktur.
Temsili demokrasiye gelince, onun temel rolü bir ideoloji yaratmak ve halkın siyasi liderlerin demokratik olarak seçildiğini, devletin efendisinin ise halkın kendisi olduğunun savunmasını yapmaktır. Güçler ayrılığına gelince, yasama organı genellikle farklı görüşlere sahip üst sınıf mensuplarının şikayetlerini dile getirdiği bir yer olup, gerçek güç yürütme organlarında toplanmıştır. Yerel yönetimler, merkezi yönetimin bir mikro kopyasından başka bir şey değildir.
Günümüzde, sermayenin ulusal ve hatta ulusötesi düzeyde daha fazla birleşmesi gerekmektedir ve yerel güçler ayrılığı bu birliği zayıflatırsa, bu tür bir güçler ayrılığı da zaten ortadan kaldırılacaktır.
Yapısalcı işlevselci devlet teorisi
Devlet, burjuvazinin egemenlik aracı olduğu için, Marksist bakış açısına göre, herhangi bir sınıfın siyasi egemenliği onun ekonomik egemenliğine dayanır ve ona hizmet eder. Bu nedenle devlet, kapitalist üretim biçiminin bir işlevi olarak da görülebilir. Yapısal işlevselcilik yaklaşımından hareketle, Louis Althusser’in temsil ettiği yapısalcı devlet teorisi, çağdaş kapitalist devletler üzerinde derinlemesine bir inceleme yapmıştır. Althusser’in önderlik ettiği yapısalcı devlet teorisi, devletin doğası gereği toplumun birleştirici faktörü olduğunu savunur.
Devletin işlevi, şiddet ve ideolojiyi kullanarak egemen sınıfı örgütlemek ve ezilen sınıfı bölmek ve parçalamaktır.
Althusser, çağdaş devletin iki tür aygıta sahip olduğunu söylemiştir: baskıcı devlet aygıtları ( , RSA) ve devletin ideolojik aygıtları (ideological state apparatus, ISA). Baskıcı devlet aygıtları, silahlı kuvvetler ve polis güçleridir; ideolojik devlet aygıtları ise, dini kurumlar, eğitim, sendikalar, medya ve aileler dahil olmak üzere, sosyal istikrar için devlet işlevlerini yerine getiren çeşitli kurumları ifade eder. Althusser, devletin neredeyse tüm ekonomik olmayan örgütleri içerdiğini ve tüm RSA’ların ve ISA’ların temel işlevinin kapitalist üretim biçimi için gerekli koşulları yaratmak olduğunu savunur.
Örneğin, gelişmiş kapitalist toplumlarda, liberal demokrasi, özel hayat, sivil haklar ve çıkar grupları ile ilgili çeşitli sistemler, halk kitlelerini yatıştırmak ve aldatmak için ideolojik bir yapı oluşturur ve temel amacı, insanlara kapitalizmden daha iyi bir sistem olmadığına inanmalarını sağlamaktır. Araçsalcı (Miliband) devlet yaklaşımından farklı olarak, yapısalcı işlevselci devlet teorisi, siyasi bürokrasinin rolünün nispeten küçük, siyasi yapının rolünün ise nispeten daha büyük olduğunu öne sürer. Yapısalcı işlevselci devlet teorisine göre Bürokrasinin davranışı, yapının gücüne bağlıdır ve kapitalist siyasi yapının gücü, üretim biçiminin işleyişiyle tutarlıdır.
Tüm devlet kuruluşları, o dönemin sermaye ihtiyaçlarına göre en iyi şekilde örgütlenmiştir.
Yapısal işlevin ilişkileri konusunda, Almanya’dan E. Altvatter‘ın ayrıntılı bir analizi bulunmaktadır. Altvatter, devletin işlevini kapitalist üretim tarzından türetmiş ve çağdaş kapitalist devletlerin bir bütün olarak, sermayenin ortak ihtiyaçlarını yansıtan bir siyasi kurum olan “ideal kolektif kapitalist” rolünü oynadığını düşünmüştür. Elmar Altvater, devletin üretim araçlarını etkileme işlevini de devletin ekonomiye müdahalesinin düzenlenmesine bağlamıştır. Elmar Altvater Almanya Sol Partisi içindeki WASG grubu kanadından program komisyonu grubu üyesi bir prof.
Altvatter’e göre bu düzenleme aşağıdaki dört önlemi içerir: üretim için gerekli genel maddi koşulları sağlamak; genel bir hukuk sistemi kurmak; emek ve sermaye arasındaki ilişkileri düzenlemek; ülke sermayesini uluslararası pazarlarda korumak.
James O’Connor ve A. Cawson ve diğerleri, yapısal işlevselci devlet bakış açısıyla yola çıkarak, devletin kapitalist üretim biçimi üzerinde sahip olduğu üç temel işlevi analiz eder: düzeni sağlamak, sermaye birikimini teşvik etmek, meşruiyet üretmek. Özellikle, devletlerin bu işlevlerini toplumsal tüketim biçimleriyle birleştirerek, kapitalist düzenin devletin “toplumsal harcamalar” politikası aracılığıyla sürdürüldüğünü savunurlar; örneğin, polis harcamaları toplumsal harcamaların bir parçasıdır; sermaye birikimi, ucuz elektrik sağlayan nükleer santral yatırımları gibi üretim maliyetlerini düşüren “toplumsal yatırımlar” yoluyla gerçekleşir. Meşruiyet, işçilerin yaşam standartlarını iyileştiren “sosyal tüketim” ve sosyal harcamalar yoluyla sağlanır ve çeşitli sosyal yardımlar da sosyal tüketime dahildir.
Bu neo-Marksistler, devletin yukarıda bahsedilen işlevlerinin iki kurum aracılığıyla gerçekleştirildiğini savunurlar. Merkezi hükümet, bir yandan sermaye gelişimi için kritik öneme sahip sosyal yatırım işlevini tekelleştirerek devletin ekonomik gelişimine yön verir. Öte yandan, merkezi hükümet sosyal istikrar ve birliği sağlamak için sosyal harcamalar yapma işlevini de tekelinde tutar. Merkezi hükümetin bakış açısından, iktidar oldukça yoğunlaşmıştır ve sıkı bir bürokratik yönetim uygulanmaktadır.
Yerel yönetimler, esas olarak vatandaşların refahını artıran sosyal tüketim ve sosyal harcama işlevini yerine getirerek, vatandaşların siyasi desteğini ve güvenini sürdürür. Yerel yönetimlerin bakış açısından, karar alma süreci çoğulcu görünmekte ve vatandaşlar sosyal tüketim işlevi ve sosyal harcamalar hakkında farklı görüşler ifade edebilmekte, bu da “demokrasi” denilen şeyin temelini oluşturmaktadır.
Devletin göreceli özerkliği
Devlet meselelerinde, neo-Marksizm, devletin göreceli özerkliğini vurgulamak gibi dikkat çekici bir özelliğe sahiptir.
Onlar, “Marx’ın ‘yöneten sınıf’ ile ‘yönetilen sınıf’ arasında ayrım yaparken, ‘yöneten dar siyasi sınıf/tabaka’ ‘da ‘göreceli devlet özerkliği’ düşüncesini ortaya koyduğunu” savunmaktadırlar. “①
John Schwarzmantel. Marxist Devlet Kavramı . Marksizm-Leninizm Çalışmaları. Küba Devrimi Yayınevi, 4. Sayı, 1989. S. 177.
Ancak, neo-Marksistlere göre, devletin göreceli özerkliği farklı iki temel anlam taşır.
Birincisi, devletin tarafsız ve aynı zamanda egemen sınıfa bağımlı olduğu görüşleri; ikincisi ise devletin kendi mantığına sahip olduğu ve devletin temelde ekonomik temelden bağımsız olduğu görüşleri. Engels bir keresinde, “toplum çözülemeyen iç çelişkilere girip uzlaşmaz sınıflara bölündüğünde ve bu antagonizmaların kendilerini ve toplumu sonuçsuz mücadelelerde tüketmemesi için, toplumun üzerinde duran devletin çatışmayı yatıştırmak için gerekli hale geldiğini” söylemişti.
Poulantzas’ın temsil ettiği neo-Marksistler, Engels’in bu görüşünü tamamen onaylamakta ve çelişkili taraflar arasında arabulucu rolünü üstlenen çağdaş devletin, Marx ve Engels’in kabul ettiğinden çok daha fazla tüm sınıfları temsile eden ortak role sahip olduğunu belirtmektedirler. Poulantzas’ın temsil ettiği neo-Marksistler, çağdaş temsili demokrasinin sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı yer olduğunu savunmaktadır. Ve sonuç olarak, burjuva devlet ekonomik ilişkilerinin ötesine geçemez, ancak sınıfların üzerinde durur ve sınıf çatışmasında arabulucu rol oynar. Devlet, sınıf eğilimleri aracılığıyla toplumdaki tüm sınıfların güç dengesini düzenlemektedir. Poulantzas , burjuva devletin bu niteliğine “devletin göreceli özerkliği” adını vermiştir. Nicos Poulantzas. Devlet, İktidar, Sosyalizm. Londra, 1978. S. 203-239.
Poulantzas, Yunan-Fransız Marksist siyaset sosyoloğu ve filozofu. 1970’lerde Poulantzas, Louis Althusser ile birlikte önde gelen yapısalcı Marksistlerden biri olarak tanınıyordu; Poulantzas, daha sonra eski radikal görüşlerinden farklı olarak “sosyalizme giden demokratik yol”un savunucusu oldu (Demokratik sosyalist). En çok devlet üzerine yaptığı teorik çalışmalarla tanınır, ancak faşizm, çağdaş dünyadaki sosyal sınıflar ve 1970’lerde Güney Avrupa’da Francisco Franco’nun İspanya’daki, António de Oliveira Salazar’ın Portekiz’deki ve Georgios Papadopoulos’un Yunanistan’daki diktatörlüklerinin çöküşü gibi konularda da Marksist katkılarda bulunmuştur.
Poulantzas şöyle yazar: “Bu tür bir devlette göreceli özerklik, yani, onun yapısı ile üretim ilişkileri arasında doğrudan bir ilişki olduğu anlamına da gelmez. Sınıf mücadelesi alanında, özellikle iktidar blokları ve göreceli özerkliğe sahip fraksiyonlar için devlet ilişkilerini kastediyorum ve bu, göreceli özerkliğe karşı müttefik güçlere ve destekçilere karşı iktidar bloklarına genişlemiştir. Poulantzas. Siyasi Güç ve Sosyal Sınıflar. Küba Sosyal Bilimler Yayınevi, 1982. S. 285.
Poulantzas, çağdaş gelişmiş kapitalist toplumda, “otoriter devletçiliğin” yükselişi nedeniyle devletin arabulucu rolünün veya devletin özerkliğinin giderek güçlendiğini belirtmiştir. Poulantzas, otoriter devletçiliği “siyasi demokrasinin radikal bir şekilde gerilemesi ve sözde ‘resmi/biçimsel’ özgürlüklerin acımasızca kısıtlanmasıyla birleşen, sosyo-ekonomik yaşamın her alanına yönelik yoğunlaşan devlet kontrolü” olarak tanımlamıştır. Bu tür otoriter devletçilik, çağdaş Batı demokrasisinde hakim eğilimdir ve “günümüzde tüm rejimler otoriter devletçilik işlevini yerine getirmektedir. “
Poulantzas’ın otoriter devletçiliğinde beş önemli özellik vardır:
Birincisi, burjuvazinin çöküşüne paralel olarak parlamentonun zayıflaması ve hükümetin idari gücünün genişlemesi.
İkincisi, güçler ayrılığı ilkesinin tamamen çökmeye başlaması ve liberal demokrasinin genel olarak kendi yasalarını ihlal etmesi.
Üçüncüsü, siyasi partiler gerilemeye başladı ve yürütme gücü, güçlü ve etkili bir çekirdek grup tarafından manipüle edilmektedir.
Dördüncüsü, yasama faaliyetleri yürütme ve idari kurumlar tarafından kontrol edilmektedir;
Beşincisi, iktidar az sayıda üst düzey idari memurun elinde yoğunlaşmıştır.
Bazı diğer yapısalcı işlevselci teorisyenler ise başka bir bakış açısıyla, devletin temel işlevinin üretim tarzının yol açtığı ekonomik krizi hafifletmek olduğunu, ancak işlev/işleyiş açısından devletin doğrudan kapitalist ekonomik ihtiyaçlardan bağımsız olduğunu savunurlar. Diğer bir deyişle, onlara göre siyasi ve ideolojik yapı, ekonomik alandan farklı olan kendine özgü yasalarla var olur ve gelişir. Ancak bu şekilde, kapitalist devletler ekonomik krizle karşılaşsalar bile, devlet aygıtı normal şekilde işleyebilir ve burjuvazinin egemenliğini sürdürür.
Ünlü Alman neo-Marksist Claus Offe, devletin işlevlerinin bu göreli bağımsızlığı üzerine sistematik bir çalışma yürütmüştür. Claus Offe, burjuva devleti kurumsallaşmış bir siyasi güç olarak tanımladı ve bu güç, “kapitalist egemenlik altındaki sınıflı toplumundaki tüm üyelerin kolektif çıkarlarını elde etmek ve güvence altına almak için çaba gösterir. ” ②Claus Offe. Refah Devletinin Çelişkileri. Londra: 1984. S. 120
Claus Offe, devletin en temel işlevinin, iktidar enerjisi (canlılık) ve yasallık krizleri de dahil olmak üzere potansiyel krizlerle başa çıkmak olduğunu savunur. Çağdaş burjuva devletlerde bu tür krizlerle başa çıkma işlevinin temeli, devletin üretken ve üretken olmayan alanların arasında yer alan yapısında yatmaktadır. Diğer bir deyişle, devlet, kendi siyasi kriterlerine göre doğrudan üretici alandan dışlanmıştır. Örneğin, herhangi bir devlette yatırım politikası genellikle devletle çok az ilgisi olan kapitalistler tarafından belirlenir. Öte yandan, devlet politikasının uygulanması, sermaye birikiminin başarısına bağlı olan hükümetin gelirlerine tabidir. Bu nedenle, devletin gücünü artırmak için, sağlam sermaye birikiminin sağlanmasına kendini adamış olması gerekir. Claus Offe’ye göre, devletin işlevinde büyük bir göreceli bağımsızlığa sahip olmasının nedeni, tam da yukarıda bahsedilen işlevsel temeline sahip olmasıdır.
Devlet meselelerinde, neo-Marksistlerin temel olarak klasik Marksizmin ana görüşlerini onayladıklarını ve çağdaş burjuva devletin doğasının esasen burjuvazinin egemenliği için bir araç olduğunu ve nihai olarak kapitalist ekonomik temele hizmet ettiğini savunduklarını görebiliriz. Dolayısıyla, nihai anlamda devlet, sosyal sınıf ilişkileri ve ekonomik ilişkilerin ötesine geçemez. Fakat, örgütlü kapitalizm teorisi ve işlev açısından hareket eden neo-Marksistler, devletin göreceli bağımsızlığını vurgular ve klasik Marksizmden tamamen farklı yeni bir devlet teorisi ortaya koyarlar.
Devlet teorisi açısından neo-Marksistler, Marx ve Engels ile birçok farklılığa sahiptir, ancak aşağıdaki iki nokta özellikle önemlidir.
Birincisi, Marx ve Engels, devletin siyasi ve ekonomik temellerinin nihai olarak birleşik olduğunu ve ekonomik olarak egemen sınıfın, her zamanki gibi, siyasi olarak da egemen sınıf olduğunu savunmuşlardır. Bu nedenle, devletin sosyoekonomik temelin işlevi olduğu ve devletin toplumdaki egemen sınıfın işlevi olduğu ifadelerinin temel anlamı aynıdır.
Fakat, neo-Marksistlere göre, devletin sınıf temeli ve ekonomik temeli iki ayrı alan gibi görünmektedir. Bu noktadan hareketle, araçsalcılar (Miliband) devletin araç/alet olma niteliğini vurgular, yapısalcılar (Poulantzas) ise devletin işlevindeki meydana gelen göreceli bağımsızlığı vurgularlar. Her iki taraf da kendi görüşüne bağlı kalır ve birbirlerini eleştirir.
İkincisi, Marx ve Engels, devletin üst yapısının sosyoekonomik temelden göreli bağımsızlığını vurgulamışlardır. Bunun anlamı Marx ve Engels’in devletin sosyoekonomik gelişmeye ve üstyapının ekonomik temele verdiği karşı tepkiyi (counter action) kabul etmeleridir.
Marx ve Engels’ten farklı olarak, neo-Marxistler, devletin göreceli bağımsızlığının bu niteliğinin Marx ve Engels’in çeşitli yazılarına dayandığını savunurlar ve aynı zamanda devletin sadece egemen sınıf için değil, aynı zamanda ezilen sınıf için de gerekli ve vazgeçilmez olduğunu vurgularlar ve şu soruyu sorarlar: Neden işçi sınıfı bugün Marx’ın öngördüğü gibi, çağdaş gelişmiş burjuva devletleri yok etmiyor? Kendi görüşlerinin bu soruya doğru yanıtı verdiğini düşünürler. Teorik açıdan, neo-Marksist devlet kavramının en ciddi kusuru, neo-Marksistlerin klasik Marksist teoriyi genellikle öznel bir şekilde ele almaları, ardından tek taraflı bir oyun oynamaları ve nihayetinde argümanlarında hatalara yol açmalarıdır.
Örneğin, Poulantzas, Marx ve Engels’in devletin belirli koşullar altında sosyal sınıfların üzerinde duran arabulucu olarak hizmet edebileceği şeklindeki açıklamalarını ve Bonapartist devlet hakkındaki açıklamalarını Marx ve Engels’in burjuva devletler hakkındaki genel teorileri olarak değerlendirmiş ve sonuç olarak Poulantzas, “devletin siyasi olarak egemen sınıf veya fraksiyondan göreceli özerkliği” olarak adlandırdığı şeyi abartmıştır. ①Nicos Poulantzas. Siyasi İktidar ve Sosyal Sınıflar. S. 287.
Pratik açıdan bakıldığında, neo-Marksistlerin devlet meselelerinde yaptıkları en büyük hata, çağdaş ve çağdaş burjuva devletteki bazı yeni değişiklikleri, klasik Marksizmin bazı doğru teorilerini çürütmek için uygunsuz bir şekilde kullanmalarıdır.
Örneğin, gelişmiş burjuva devletler açısından, çağdaş zamanlarda ekonomik kriz tehdidi, serbest rekabetçi dönemdeki tehditlere göre nispeten daha küçüktür ve bu nedenle birçok neo-Marksist, bu gerekçeyle Marks’ın burjuva devletlerdeki ekonomik kriz teorisini reddetmektedir. Bunların en tanınmışları arasında Jürgen Habermas bulunmaktadır. Habermas, klasik Marksistlerin ekonomik kriz analizinin çağdaş liberal demokrasi ile hiçbir ilgisi olmadığını, ekonominin ve devletin artık klasik burjuva liberal rekabetçi döneminde olduğu gibi kurumsal olarak birbirinden ayrılmış durumda olmadığını, “laisser-faire kapitalizmin gelişiminin tipik bir olgusu olarak, politik devlet ve sivil toplum ‘ayrılığı’nın, bugün içinde bulunduğunuz örgütlü kapitalizm aşamada politik devlet ve sivil toplum arasında aralarında yakın bağların aldığını” savunmaktadır. Jürgen Habermas. Teori ve Pratik. Londra: 1974. S. 195.
Gelişmiş kapitalist devletlerde ekonomi, acilen çok merkezi bir örgütlenme ve merkezi yönetime ihtiyaç duymaktadır ve bir zamanlar piyasa düzenlemesine bağımlı olan kapitalizm, birçok ekonomik sektör için siyasi düzenlemeye başvurmak zorunda kalmıştır. Bu düzenleme, kapitalist üretimin anarşisi sorununu etkili bir şekilde çözmekte ve ekonomik krizi büyük ölçüde hafifletmektedir. Jürgen Habermas. Teori ve Pratik. Londra: 1974. S. 195.
Bu şekilde, kapitalist devletler açısından önemli olan, ekonomiyi siyasi olarak nasıl düzenleyeceğimiz ve bu düzenlemenin adil olup olmadığıdır ve bu iki soru, yasallık ve meşruiyet meseleleridir. Buna göre Habermas, çağdaş kapitalist toplumdaki büyük krizin, Marx’ın bir zamanlar söylediği ekonomik krizden çıkıp artık yasallık ve meşruiyet krizine dönüştüğünü iddia etmektedir. Bu sonuç bizce açıkça çok aceleci bir sonuçtur, çünkü gerçekte, kapitalist devletlerin istikrarı ve gelişimi açısından, ekonomik kriz diğer krizlere kıyasla her zaman eşsiz ve temel bir öneme sahiptir.
Bununla birlikte, neo-Marksist devlet teorisinin hem teorik hem de pratik açıdan kusurları ve hataları olmasına rağmen, çoğu neo-Marksist, sonuçta Marksizmi veya Marksizm olarak gördükleri şeyi, çağdaş kapitalist devletlerin pratiğini incelemek için analitik bir çerçeve olarak kullanmaya çalışmaktadır. Bu neo-Marksist araştırma, çağdaş kapitalist devletlerdeki değişim ve gelişme yasalarını teorik olarak araştırmak ve teorize etmek açısından açıkça yararlı olabilir ve bu nedenle bu çabalar onaylanmalıdır. Ayrıca, değişen kapitalist pratikleri teorik olarak analiz ederken, neo-Marksistler bir dizi ilginç sonuç ve yargı ortaya koymaktadır. Örneğin, çağdaş devletlerin işlevlerindeki değişim, devletin topluma müdahalesinin çeşitli biçimleri, devlet aygıtının sınıflandırılması, devletin özerkliğinin genişlemesi vb. gibi perspektifler, bunlar Marksist devlet teorisinin gelişimini teşvik ve araştırmaları kışkırtma açısından olumlu bir değere sahiptir.
Neo-Marksizm’in bazı argümanları ve fikirlerinin kaynakları, Antonio Gramsci ve Georg Lukacs’ın araştırmalarının erken dönemlerine kadar uzanabilir, ancak sistematik bir devlet teorisi olarak, fikirlerinin bir kısmı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra adım adım gelişmiştir. Günümüzde, Neo-Marksizm’in hem teoride hem de pratikte etkisi yadsınamaz. 1970’lerde ve 1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Avrupa’nın en etkili aydınların, tanınmış solcu radikaller olan Daniel Bell ve Herbert Marcuse olduğu ve Marcuse’nin neo-Marksistlerin başlıca temsilcilerinden biri olduğunu biliyoruz. Neo-Marksist teorilerin oluşumu ve gelişimi, her şeyden önce geleneksel Marksist teori üzerinde büyük bir etki yaratmıştır.
Şu gerçeği kabul etmek zorundayız: Günümüzün gelişmiş kapitalist Batı devletlerinde, akademide ve kamuoyunda yaygın olan “Marksist” devlet teorisi neo-Marksist devlet teorisidir. Bu nedenle, “neo-Marksist” devlet teorisinin yaygınlaşması, Marks’ın devlet teorisinin statüsünü bir dereceye kadar zayıflatmış veya değiştirmiştir. Neo-Marksist devlet teorisi sadece bir siyasi ideoloji değil, aynı zamanda akademik bir teoridir ve bu niteliği, onun hem akademik hem de siyasi alanda rol oynamasını sağlamaktadır. Birçok Batılı siyaset bilimcinin de gözlemlediği gibi, 1970’lerden bu yana neo-Marksizm, çoğulculuk, elitizm ve neo-muhafazakarlık devlet teorisi okulları ile birlikte Batıda yaygın olan dört büyük devlet görüşü haline gelmiştir. Bu durum, neo-Marksizmin Batıdaki aydın çevrelerinde yarattığı büyük etkiyi açıklamaktadır.
Neo-Marksist devlet teorisinin siyasi pratiğe etkisini ise, Yeni Sol radikal siyasi hareketlerde ve Batı devletlerindeki Komünist ve Sosyalist partilerin ilkeleri, programları, politikaları ve pratik faaliyetlerinde izlemek zor değildir. 1970’lerde Avrokomünizme yönelen İtalyan Komünist Partisi’nin Hristiyan Demokrat Parti ile “Tarihsel Uzlaşma” taktiği gibi Batı komünist partilerinin önemli strateji değişiklikleri, neo-Marksist devlet teorisinin etkisiyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Bizzat Avrokomünizmin görüşlerinde neo-Marksist devlet teorisinin etkileri de vardır. Hatta 1980’lerden itibaren Doğu Avrupa ülkelerinde kapitalizme doğru meydana gelen dramatik değişikliklerin, bu ülkelerde neo-Marksizmin yaygınlaşmasıyla belli bir bağlantısı olduğunu söyleyebiliriz.
Neo-Marksist devlet teorisi, esas olarak, çağdaş gelişmiş kapitalist devletlerde meydana gelen büyük değişikliklere, geleneksel Marksist teoriden ve genel burjuva teorisinden farklı bir tepkiyi uygun zamanda vermiş olması sayesinde oluşmuş, gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, gelişmiş kapitalist devletlerin siyasi yaşamı, ekonomik çağdaşlaşma temelinde bir dizi önemli değişiklik geçirmiştir.
Bu tarihsel bağlamda, dogmatik tutumu benimseyen gelenekselci Marksistler uzun süre bu değişiklikleri basitçe reddettiler ve düşünce tembelliğine düşütüler. Batılı burjuva akademisyenler ise genel olarak bu değişikliklerin anlamını abartarak ya da bu değişikliklerin belirli değerlerini görmeyerek, bu değişikliklerin iç dinamiklerini fark edemediler ve bu nedenle onları görmezden geldiler. Buna karşılık, neo-Marksizm akım, gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bu yeni siyasi gelişmeyi basitçe reddetmekle yetinmedi daha da öteye giderek aynı zamanda bu yeni siyasi durumun içsel meşruiyet krizini ve ekonomik krizi de ortaya koydu.
Böylece, neo-Marksist akım sadece özgün bir teori geliştirmekle kalmadı, aynı zamanda bir dereceye kadar mevcut devlet sisteminden memnun olmayan fakat onu yıkmak istemeyen kitlelerin psikolojik durumunu da yansıtan bir ideoloji oluşturdu ve bu neo-Marksizm akımının insanları kendi tarafına çekmesini kolaylaştırdı. Devlet teorisi açısından, çağdaş gelişmiş kapitalist devletler, esas olarak şu alanlarda önemli değişiklikler yapmıştır: devletin sınıf temeli, devletin işlevleri, devletin yönetimi, devletin yönetim biçimleri, devlet iktidarının yapısı ve devletin kriz biçimi. Neo-Marksist teorisyenlerin bu değişikliklere kapsamlı bir yanıt verdiklerini görmek zor değildir. Aşağıda bunu tartışacağız:
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, gelişmiş ülkelerin sınıf yapısı önemli değişikliklere uğramıştır:
Birincisi, proletarya sınıf yapısında meydana gelen büyük değişiklikler.
Geleneksel proletarya, çoğunlukla kol işçileri tarafından oluşturulurken, günümüzün gelişmiş ülkelerinde kol işçilerinin sayısı önemli ölçüde azalırken, zihin işçilerinin sayısı hızla artmaktadır. Sanayi işçilerinin oranının azalmasıyla birlikte, iş, hizmet, sağlık, eğitim, bilim ve teknoloji, kültür ve yönetim sektörlerinde “beyaz yakalı denilen işçilerin” oranı artmaktadır.
İkincisi, işçilerin yaşam standartları belirgin şekilde iyileşmiştir.
Yoksulluk sınırının üzerinde ancak en zengin kesim olmayan sözde orta sınıf, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturmakta ve birçok konuda toplumda önemli bir güç haline gelmektedir. Yoksulluk sınırının altında yaşayan gerçek aşırı yoksullar ise nüfusun küçük bir bölümünü oluşturmakta ve bunların sosyal yaşam üzerindeki etkileri önemsiz düzeydedir.
Üçüncüsü, üretim ilişkilerinde belirli değişiklikler olmuştur.
Gelişmiş ülkelerde işçilerin şirket hisselerine sahip olması oldukça yaygın bir olgudur ve bir anlamda hisse sahibi olarak önemli sayıda işçi tasarruf amaçlı borsa yatırımları üzerinden “hisse senedi sahibi” haline gelmiştir.
Dördüncüsü, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadeleleri yumuşamakta ve sınıf mücadelesinde yoğunlaşma eğilimi görülmemektedir.
Sınıf teorisi ve sınıf pratiği Marksist devlet kavramının merkezi temelidir. Genel olarak, neo-Marksistler, çağdaş sınıfların değişimine dayalı olarak devlet meselelerini incelemeye çalışmışlar ve sonuç olarak, neo-Marksistlerin çoğu kendi bakış açılarından “yeni sınıf teorileri” ortaya koymuşlardır. Gelişmiş ülkelerdeki sınıf yapısının değişmesine dayanarak, bazı kişiler sosyal sınıfların bölünmesinin artık sadece sömüren sınıflar ve sömürülen sınıflar olarak ikili bir ayrımdan ibaret olmadığını, daha karmaşık bir “sınıf dönüşümü” olduğunu belirtmektedir. James O’Connor ve diğerleri bu görüşü savunmaktadır.
Gelişmiş ülkelerdeki sınıf mücadelesinin yumuşama eğilimini gözlemleyen bazı kişiler, günümüz işçi kitlelerinin henüz burjuvazi ile mücadele edecek bir sınıf olarak örgütlenmediğini savunmaktadırlar. Adam Przeworski bu görüşün savunucularından biridir. Poulantzas ve diğerleri ise, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadelenin, karmaşık çıkar aktarımları nedeniyle kaçınılmaz olmaktan çıktığını savunmaktadır. Bazıları ise beyaz yakalı işçilerin ortaya çıkmasına dayanarak, proletaryanın artık üretim araçlarından yoksun kent işçileriyle sınırlı olmadığını ve sınıf ayrımının artık üretim araçlarının mülkiyetine dayalı olmadığını öne sürmektedir. Eric Olin Wright ve diğerleri bu görüşü savunmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde orta sınıfın toplumdaki nüfusun büyük çoğunluğu oluşturduğu görüşünü savunan görüşler çoğalmıştır. Bazı araştırmacılar ise Batı’nın gelişmiş ülkelerindeki işçi sınıfının tamamen burjuvalaştığını ve sınıf mücadelesinin sahnesinin ulusal düzlemden uluslararası düzleme kaydığını, proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin ise esas olarak gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki (Küresel Kuzey-Küresel Güney arasındaki) mücadele olarak ortaya çıktığını savunurlar.
Bu çeşitli “yeni sınıf” teorilerinin genel olarak toplumun sosyal sınıflara bölünmesini ve proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin varlığını inkar etmediğini söyleyebiliriz. Fakat sınıfın tanımı, sınıfların sınıflandırmasının ölçütleri ve sınıf mücadelesinin rolü yeniden yorumlanmış ve sonuç olarak geleneksel sınıf teorisi revize edilmiştir. Neo-Marksistler bu yeni sınıf teorilerinden hareketle, klasik Marksist (Leninizm dahil) devlet teorisinin birçok içeriğini de revize etmişlerdir.
Örneğin, çağdaş gelişmiş ülkelerin sınıfsal yapılarının köklü değişikliklere uğradığı, bu ülkelerde devletin doğasının sınıf baskısı aracı/aleti olarak özetlenemeyeceği, geleneksel anlamda proletaryanın artık devlet aygıtını yıkma görevini üstlenemeyeceği/gerçekleştiremeyeceği, çağdaş gelişmiş devletlerde Marx’ın bir zamanlar savunduğu sosyalist devrimin nedensel temeli ve kaçınılmazlığı gibi görüşlerinin artık geçerliliğinin ortadan kalktığı konusunda hemfikirdirler. Laissez-faire serbest kapitalizm döneminde devlet ekonomik meselelere nadiren müdahale etmekteydi ve bu nedenle Marx ve Engels devletin işlevlerinden bahsederken, temelde onun ekonomik işlevinden ziyade siyasi işlevine atıfta bulunmuşlardı.
Buna karşılık, çağdaş gelişmiş kapitalist devletlerde geleneksel laissez-faire dönemi pratiği tarih oldu, devlet sosyo-ekonomik hayata büyük ölçekli müdahalelerde bulunmaya başladı ve devletin ekonomik işlevi giderek daha önemli hale geldi.
Devlet, millileştirme, makro planlamaya dayalı maliye politikası, para politikası, bilim ve teknoloji politikası, tarım politikası, sosyal politika vb. araçlarla sosyo-ekonomik hayatı düzenlemeye girişti. Bu araçlar arasında maliye politikası ve sosyal politika, devlet müdahalesinde özellikle önemli bir rol oynamaya başladı. Maliye politikaları, devletin sermaye birikimini artırmak ve toplumsal yeniden üretimi genişletmek için kullandığı başlıca araçlardır. Devlet, mali araçları kullanarak iç pazardaki en büyük yatırımcı ve ürünlerin en büyük alıcısı olarak görev yapar ve böylece farklı sektörlerdeki farklı türdeki üretim ve satışların genel kontrolünü elinde tutar.
Refah politikası, devletin sosyal tüketimi ve sosyal harcamaları düzenlemenin birincil aracıdır ve refah harcamaları, hükümetin harcama bütçesinin en büyük kalemini oluşturur.
Örneğin, 1980 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde sosyal refah harcamaları toplam devlet harcamalarının %56.8’ini ve gayri safi milli hasılanın neredeyse beşte birini oluşturmuştur. Mali ve parasal önlemler yoluyla devlet, toplumun üretimini, tüketimini, sermaye birikimini ve yatırımını kontrol etmekle kalmaz, aynı zamanda vatandaşı beşikten mezara kadar kendi yetki alanına alır. Devletin işlevindeki bu önemli değişikliklere paralel olarak, neo-Marksistler devletin işlevini yepyeni bir bakış açısıyla incelemişler ve birçokları tarafından çağdaş devletin temel işlevi olarak kabul edilen devletin ekonomik işlevine özel önem vermişlerdir.
Örneğin, O’Connor, Amerika Birleşik Devletleri’nin toplam ulusal mali bütçesini ve toplam nihai bütçesini analiz ederek, çağdaş devletin üç temel işlevinin bir şekilde belirli bir sosyal tüketim biçimi ile ilişkili olduğunu belirtmektedir. Poulantzas, çağdaş devletin bir otoriter hiyerarşiye sahip olduğunu ve bunun temel özelliğinin sosyo-ekonomik hayata zorunlu müdahale olduğunu savunmuştur. Altvatter, çağdaş devleti ideal bir kolektif kapitalist olarak görür ve devletin temel işlevinin ekonominin müdahaleci bir tarzda düzenlemesi olduğunu savunur.
Marksizmin klasik yazarları, (Marx, Engels, Lenin) burjuva devletin iki temel yönetim biçimi olduğunu savunurlar: şiddet içeren ve onay içeren yönetim biçimleri. Egemen sınıf genellikle bu iki yöntemi dönüşümlü olarak kullanır, ancak çeşitli dönemlerde odak noktaları farklılaşır.
Tarihteki burjuva devletler genellikle şiddet kullanarak yönetmişlerdir, ancak çağdaş dönemde egemen sınıf giderek onaylama yöntemine daha fazla bağımlı hale gelmiştir. Hizmetleri çoğaltma, iyileştirmeler, tavizler ve rasyonalizasyon devletin sıkça başvurduğu faaliyetler haline gelmiştir. “Refah devleti” veya “sosyal hizmet” devletinin uygulanması, çağdaş kapitalizmin yönetim biçiminin dönüşüm geçirdiğini yoğun bir şekilde göstermektedir. Bu değişim nedeniyle, devlet yüzeysel bir bakışla giderek sınıfların üzerinde duran mutlak bir hakem olarak görülmeye başlanmıştır. Bu olgu, neo-Marksistlerin devletin göreceli özerkliğine büyük önem vermelerine neden olmaktadır.
Örneğin, Poulantzas, çağdaş devletin bu tür bir tarafsızlık konumuna sahip olmadan burjuvazinin nihai hedefine ulaşamayacağını ve burjuvazinin hedefini gerçekleştiremeyeceğini savunur. Devletin yapısını değiştirmek ve onu burjuvazinin kontrolünden yüzeysel olarak bağımsız hale getirmek, çağdaş kapitalizmin gelişiminin devlete getirdiği kaçınılmaz sonuçtur.
Devletin bu göreli özerkliği, burjuvazi içindeki fraksiyonları birleştirmeye elverişlidir, ancak proletaryanın birliğine aykırıdır. Bu nedenle, işçi sınıfının birliğini bölmek için tavizler ve iyileştirmeler gibi araçları kullanmak, çağdaş kapitalist devletlerin en önemli işlevlerinden biridir.
Ulusal kriz genellikle devletin temel sistemini tehlikeye atan ve ortadan kaldırılamayan zor bir durum anlamına gelir. Geleneksel olarak, kapitalist devletlerde ekonomik kriz, çok sayıda işçinin işsizliği, hızlı enflasyon artışı, ürün fazlası ve pazar çöküşü ile kendini gösterir. Bunlara bağlı siyasi kriz ise sınıf mücadelesinin şiddetlenmesi, siyasi kargaşa ve devlet otoritesinin keskin bir şekilde yitirilmesi ile kendini gösterir. Kapitalist krizin bu geleneksel ifadeleri, belirli bir dereceye kadar, günümüzün gelişmiş ülkelerinde hala mevcuttur, ancak eskisi gibi mevcut devlete büyük bir tehdit oluşturmamaktadır. Çünkü neredeyse tüm gelişmiş ülkelerde, devrimci bir sosyal güç olarak işçi sınıfının büyük çoğunluğu, mevcut devlete devrimci bir değişim getirme arzusu taşımamaktadır. Bir ankete göre, mevcut Batılı ülkelerde devrimci değişiklikler talep eden işçiler Batı Almanya’da %2, İtalya’da %6, Belçika’da %2, İsviçre’de %1, Fransa’da %4, Hollanda’da %9 ve İngiltere Birleşik Krallık’ta %13’tür. Bu tür anketler bazı öznel önyargılar taşısa da, çağdaş Batı ülkelerindeki durumu az çok yansıtmaktadır.
Batıdaki bu yeni toplumsal pratik, neo-Marksistleri klasik Marksizm’in kriz teorisi üzerine yeni bir düşünceye sevk etmektedir ve onlar, bu olguya katkıda bulunan temel nedenin, günümüzün gelişmiş ülkelerinde krizin olmaması değil, krizin yapısının değişmiş olması olduğunu doğru bir şekilde fark etmektedirler. Neo-Marksistlerin bazıları, çağdaş kapitalist ülkelerdeki ekonomik krizin esas olarak yüksek devlet bütçesi açığı ve devasa borç olarak, siyasi krizin ise yasallık eksikliği ve meşruiyet eksikliği olarak ortaya çıktığını savunmaktadır. Neo-Marksist devlet kavramı, çağdaş Batı gelişmiş ülkelerindeki toplumsal pratiğin ve toplumsal yaşamın radikal bir yansımasıdır. Neo-Marksistler, çağdaş liberal demokrasideki siyasi uygulamalardaki değişikliklere dayanarak klasik Marksist devlet teorisini revize etmeye ve geliştirmeye çalışmaktadır.
Neo-Marksistler sosyo-ekonomik temel ile devlet üst yapısı arasındaki karşılıklı ilişkiyi tam olarak inkar etmezler, ancak bu ilişkinin son derece karmaşık olduğunu düşünürler ve yapısal işlevselcilik gibi yeni yaklaşımlarla çağdaş devleti analiz etmeye çalışırlar. Onlar, devlet ile hakim sınıf arasındaki yakın ilişkiyi de tam olarak inkar etmezler, ancak devleti sadece sınıf baskısının bir aracı/aleti olarak görmeye karşı çıkarlar ve aslında devletin bir tür sınıflar üstü özelliği olduğunu savunurlar.
Mevcut devletlerin devrimci dönüşümünü savunurlar ve bu anlamda neo-Marksistlerin devlet üzerine görüşleri radikaldir; ancak neredeyse tüm neo-Marksistler hepsi mevcut devletin şiddet yoluyla dönüştürülmesine karşı çıkarlar ve bu anlamda düşünceleri sınıf çelişkilerini hafifletme “özlemi” anlamına gelir. Neo-Marksist devlet teorisinin bu ikili niteliği temelde, çağdaş gelişmiş kapitalist ülkelerdeki radikal aydınların ve sosyal sol güçlerin bir kısmının, statükoda bir değişiklik talep ederken, bunun olası sonuçlarının istedikleri ile tam tersi olacağından endişe duymaları gibi bir çelişkili bir psikolojiyi yansıtmaktadır. Bkz. Gabriel Abraham Almond. Karşılaştırmalı Siyaset: Bir Gelişimsel Yaklaşım. San Paola Çeviri Yayınevi, 1987. S. 49.
