Yang Geng: Çağımızda Marksist Felsefe ile Postmodern Düşüncelerin Buluşması

Mayıs 2015, Çeviren: Deniz Kızlçeç

Özet: Bizler, Marksist felsefe ve postmodernizm arasındaki ilişkiyi bütünsellik içinde ele almakta yetersiz kalmaktayız, her şeye karşın içinde bulunduğumuz çağda bu ikisinin buluşması su götürmez bir gerçektir. Marksist felsefe kesinlikle postmodernizme ait değildir ve ben “postmodern Marksizm” olarak anılan şeye kesinlikle katılmıyorum. Bununla birlikte aynı zamanda Marksist felsefenin postmodern bir çağrışım barındırdığına inanıyorum ve Marksist felsefenin çağdaş gelişimini tartışmak ve açığa çıkarmak için, bu postmodern çağrışımın derinlemesine incelenmesi, açığa kavuşturulması gerektiğini savunuyorum. postmodern düşünür Lyotard’a göre “postmodernizm; modern, modernite ve modernizm üzerine bir araştırma ve derin düşünmedir. Postmodernist düşünürlerin gözünden “kapitalizm, modernitenin türlerinden biridir”.

Felsefe tarihinde, belli zamanlarda oluşturulmuş fakat bu çağlarla sınırlı özellikler taşımayan veya çağları aşan bazı düşün sistemleri vardır. Aksine bu tür düşün sistemleri çağlar arası veya çağları aşan semptomlar gösterirler. Marksist felsefe, tamamen, özellikle bu sayıca az, fakat sürekli olarak cazibesi artan bu düşün sistemlerinden bir tanesidir. Geleceği düşünen Yalnızca belirli bir çağa ayak uydurabilen bir felsefi akımın, ileriye geleceğe uzaklara bakması olanaksızdır.  “Eğer Marx, içinde kendisinin yaşadığı 19. yüzyılın son zamanlarında, o zamanı aşan bir tutum içerisine girmeseydi, 20. yüzyılın sonlarına dek politik ve teorik açıdan bu derece merkezi bir konumda olamazdı.” (Perry Anderson, Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler, Pekin: People’s Publishing House: 1981, S. 141) Bu, oldukça doğru bir görüştür. Marx, sanayi toplumunda yaşamıştı, fakat “sanayi sonrası toplumun” bazı önemli özellikleri üzerine de “doğru” tahminlerde bulunmuştur. (Daniel Bell, Sanayi Sonrası Toplumun Gelişi. Pekin: The Commercial Press, 1984, S. 66).

Marksist felsefe, modern, çağdaş ve yeni materyalizmin kapsamı içinde olan bir felsefedir, fakat aynı zamanda Marksist felsefe keskin sezgisine dayanarak “modernin” salgısı olan “post modern” düşünceye de uzanabilmiş ve bu çerçevede bir eleştiri ve değerlendirme getirebilmiştir.  Sonuç olarak, 20. Yüzyılın ikinci yarısında güçlenen ve zenginleşen postmodernizm, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan Marksist felsefeyi göz ardı edemez. Jameson’a göre postmodernizm için Marksist felsefe, moderniteden post moderniteye geçişte zorunlu bir köprü görevi görür. Postmodern düşünür Jameson’a göre Marksist felsefe, “aşılamaz bir semantik ufuktur.” (F. Jameson, Marksizm ve Tarihselcilik, Yeni Yazınsal Tarih, Cilt IX., No.1, Sonbahar sayısı, 1979, S.42.)

Bizler, Marksist felsefe ve postmodernizm arasındaki ilişkiyi bütünsellik içinde ele almakta yetersiz kalmaktayız, her şeye karşın içinde bulunduğumuz çağda bu ikisinin buluşması su götürmez bir gerçektir. Marksist felsefe kesinlikle postmodernizme ait değildir ve ben “postmodern Marksizm” olarak anılan şeye kesinlikle katılmıyorum. Bununla birlikte aynı zamanda Marksist felsefenin postmodern bir çağrışım barındırdığına inanıyorum ve Marksist felsefenin çağdaş gelişimini tartışmak ve açığa çıkarmak için, bu postmodern çağrışımın derinlemesine incelenmesi, açığa kavuşturulması gerektiğini savunuyorum.

I. Marksist Felsefenin Postmodern Bağlam İçindeki Durumu

1950’lerden bu yana, batı toplumunda ve batı toplumunun kültür alanlarında bir takım yeni göze batan olgular ortaya çıkmıştır. Bu olgular ne geleneksel teorilerle ne de modern görüşler tarafından yorumlanabilmiş veya açıklanabilmiştir. Bundan dolayı Ihab Hassan, “modernitelerden” farklı olan bu olguların “postmoderniteler” olarak adlandırılabileceğini düşünmüştür: “Postmodernizm, modernizmin hayal edilemeyecek (beklenemeyecek) şeylere verdiği yanıttır, onun (modernizmin) idealist (Ç.N. romantik) çağında — doğrudan veya dolaylı olarak— bu göz attığı hayal edilemeyecek (beklenemeyecek) şeylere- yanıt verme çabasıdır.” (Ihab Hassan, Post modern dönüşüm, Ohio Eyalet Üniversitesi Yayınevi, 1987, S.39)

Başka bir deyişle, postmodernizm; modern, modernite ve modernizm üzerine bir araştırma ve derin düşünmedir. Postmodernist düşünürlerin gözünden “kapitalizm, modernitenin türlerinden biridir.” (Lyotard, Post-modernite ve Adil Oyun, S. 147)

Bu nedenle, modern, modernite ve modernizm üzerine araştırma ve düşünce üretenler bakımından, Marx’ın kapitalist toplum üzerine eleştirisi doğal olarak post modern bağlam içinde görülmelidir. Postmodernizmin teorik yol açıcısı ve öncüsü Heidegger olduğu kadar, Post modernizmin merkezi figürleri olan Derrida, Foucault, Lyotard, Rorty ve Jameson gibi düşünürler de Marksist felsefeye yeteri kadar önem vermişlerdir. Böylece Marksist felsefeyi post modern bağlamda anlayıp kavrayabiliriz.

Postmodernizm, ortaya çıkışından bu yana “tüm metafizikleri” reddetme sancağını taşımıştır. Diyebilirim ki, “metafiziği” reddetmek, postmodernist eğilimin düşünürlerinin konsensus içinde oldukları bir sorundur. Heidegger, Marx’ın “metafiziği” reddetme çabalarını fark etmiş ve Marx’ın “metafiziğin sonlandırılmasını” tamamladığına inanarak şunu savunmuştur: “Metafizik, Platoncudur. Nietzsche, kendi felsefesini Platonculuk felsefesinin tersyüz edilmesi olarak nitelendirmiştir. Karl Marx’ın metafiziğe son vermesinin gerçekleşmesi ile birlikte,  felsefe, en yüksek olasılığına ulaşır ve son aşamasına girer.” (Heidegger, Düşüncenin Çağırdığı, Say yayınları, (The Matter Toward Thinking, S.59-60) Heidegger ayrıca, Hümanizm Üzerine Mektup eserinde, Marx’ın yabancılaşmayı gerçekleştirirken, tarihin özünün boyutlarını derinlemesine incelediğini, dolayısıyla Marksist tarih görüşü, diğer tarih görüşlerine göre daha üstün olduğunu yazar. 

Derrida ise şöyle der: “Marksizm’in reddetmeyi hiçbir kabul etmeyeceğim bir ruhu (Ç.N. niteliği) varsa,bu yalnızca onun eleştirel düşüncesi veya sorgulayan konumlanması değildir…Daha da önemlisi Marksizm belirli bir kurtarıcı ve mesihvari hakikattir, daha da önemlisi Marksizm belirli bir yüklenimin bilgisidir. İnsan buna dayanarak her türlü dogmatizmden ve hatta herhangi bir metafiziksel-dinsel egemenlikten ve hatta her türlü ideal dünya beklentisinden özgürleşebilir.” (Gelecek, Marx Olmaksızın Var olamaz, The Orient Dergisi, 1996 (6.sayı): S.69-73)

Fransız Derrida’ya göre, Marx olmaksızın, Marx’ın “hafızası ve onun mirası” olmaksızın hiç bir geleceğimiz yoktur.

Foucault’a göre ise, Fransa’daki eleştirici ideolojilere ve hatta tüm modern zamanların eleştirici ideolojilerine üç temel kaynak Nietzsche, Freud ve Marx’tır. Bu üç usta sırasıyla “de-centering”[1]“merkezin aşılmasında” (Ç.N. belirli bir özün varlığı düşüncesinin aşılmasında) temel bir rol üstlenmişler ve birlikte çağdaş hermenötiğin (yorum biliminin) yolunu açmışlardır. Foucault’un bakışına göre Marx’ın açıkladığı/yorumladığı şey üretimin kendisi değil, burjuvazinin üretim üzerine yorumudur. Marx’ın Kapital’i aslında, genel olarak sözde “derin anlamı” veya “hakikati” yadsımıştır. Bunu burjuva değerlerinin özünü açığa çıkararak yapmıştır, yani aslında o egemen değerlerin gizini açığa çıkarmıştır. Foucault, “Marx’ın tarihsel analizine” büyük önem verir ve farklı bir tarih yazımı ile onu aşmayı düşünür, ona göre Marx’ın tarihsel analizi “herhangi bir on sekizinci yüzyıl modeli[2] mantığına  dayalı bir fabrikasyon değildir.” Aksine Marx, “ekonomi politik temelinde” “tamamen yeni bir söylem pratiği” ortaya koymuştur” ..”günümüzde her hangi biri doğrudan veya dolaylı bir biçimde Marx’ın bir takım görüşleriyle bağlantı kuran düşüncelere başvurmadan ve kendisini Marx’ın tanımladığı düşünce ufkunun içinde konumlandırmadan tarihi yazmasının imkansız olduğunu” savunmuştur. (M. Foucault, Bilginin Arkeolojisi, Ayrıntı Yayınları (The Order of Things, An Archaeology of the Human Sciences,)   New York, Pantheon Kitapları, 1970, S. 21)

Lyotard’ın düşüncesine göre modernitenin türlerinden biri olarak kapitalizm, “metafiziğin simgesi” haline gelmiştir; Marx’ın bu konuda özellikle Komünist Manifesto’da yoğun görüşleri vardır. Lyotard, (Postmodernite ve Adil Oyun, sf. 148). Marksist felsefe, diyalektik aracılığı ilesonsuz çelişki devinimini deşifre etmede kullanılan bir söyleme dönüşmüştür, ve sorun tam olarak şudur ki “şimdi Marksist felsefe diyalektik mantığın kendisidir ….o katıksız bir tarz dili haline gelmektedir.”  (Jean Francois Lyotard, Peregrinations, Columbia Press, 1988, S. 50)

Rorty, Marksist felsefeye karşı ikili bir bakış açısına sahiptir. Birincisi, bir yandan Marx’ı Nietzsche ve Heidegger ile aynı kategori içine koyar. Marx’ın medeni-tipte bir filozof olduğunu ve Marksist felsefenin aydınlanma felsefesi içinde görülebileceğini ileri sürer. Ona göre Marksist felsefe aydınlanma felsefesi içinde, post-felsefi kültüre dahildir ve pratiğe öncelik verir, daima tarihselcilik  bilincini ısrarla savunur, böylece Marksist felsefenin amacı sürekli bir biçimde insan ile doğa arasında, insan ile insan arasında ve insan ile metin arasında bir diyaloglar kurma çabası içindedir. İkincisi,  Rorty’ye göre  “Marx pratiğe öncelik verilmesini savunmuş olmasına rağmen yine de bir yandan olguların ardındaki “gerçekliğin derinliklerine ulaşmaya çalışmak, diğer yandan politika için bir teorik temelaramak”  gibi iki köklü inanca” sahip olmuştur. Açıkça görülüyor ki, Rorty, bu görüşleri ile Marksist felsefenin yöntemi ve Marksist felsefenin teorik sistemi arasında bir çelişme veya aralık bulunduğuna vurgu yapmaktadır.

Kendisini Marksist felsefenin çağdaş açıklamasına adamış olan Jameson ise, Marx’ın bizler için çok zaman önce postmodernizmi tartışıp açabileceğimiz “doğru bir konumlanma” yarattığını yazmıştır. Jameson’a göre Marksist felsefe hiçbir şekilde “üretkenliğin (üretimin) eşsiz öneminin altını çizen zamanı geçmiş bütünselci bir söylem ” değildir. Aksine, Marksist felsefe daha büyük ve daha derin bir araştırma yöntemidir, “bize varoluş ile ilişkimizi onarmak ve yükseltmek için bilişsel bir tarz” sunmaktadır. Jameson’ın görüşüne göre Marksist felsefe, bize “toplumla ilgili bütünsel bir vizyon” sağlamaktadır. Bu vizyon “görünür bir biçimde uzlaşmaz (muhalif) veya çeşitlilik taşıyan eleştirel işlemleri içerir, aynı zamanda bu vizyon bunları kendi içerisinde gerçekçi bir sektörel geçerlilik taşıyan bir biçimde düzenlemiştir, böylece bunları –aynı zamanda– iptal eder ve koruyabilir” ;“Diğer yöntemlerin avantajı (yararı) toplumsal yaşamın belirli bir bölümünün kendisine özgün –şu veya bu–yerel yasasına sadık bir biçimde uyum sağlamaları ile kendisini ortaya koyar; diğer yöntemlerin avantajı (yararı), gittikçe hızla büyüyen ve karmaşık bir yapı kazanan kültürel  üstyapının alt-sistemlerinin –şu veya bu—yönleri ile  uyum sağlamaları ile kendisini ortaya koyar.” (F. Jameson, Politik Bilinçsizlik, Cornell Üniversitesi Yayınevi,1981, S.10) Bu sebeple, herhangi bir çağdaş eleştirel teorinin Marksist felsefeden uzak durması ve ona göz yumması olanaksızdır. Marksist felsefe, böylece modern eleştirel teoriler için “aşılmaz bir ufuk” sunmaktadır.

Görüldüğü gibi postmodernist düşünürlerin Marksist felsefe üzerine açıklamaları, bir yandan Marksist felsefe ile metafizik diğer yandan Marksist felsefe ile postmodernizm dahil, modern batı felsefesi arasındaki ilişkiler üzerinde durmaktadır. Postmodernist düşünürlerin Marksist felsefe üzerine görüşleri farklı farklı olmasına karşın, Marksist felsefenin farklı kısımlarını kabul etmelerine veya reddetmelerine rağmen, bir dizi alanda ortaklaştıklarını düşünüyorum. Onlar, yazılarında genel olarak Marksist felsefenin “metafiziği” reddi, Marksist felsefenin pratiğe ontolojik bir anlam vermesi ve Marksist felsefenin çağdaş anlamı (bu sonuncusu ihmal edilmiş, kısıtlı ele alınmışve hatta unutulmuş bir başlıktır) üzerinde durmaktadırlar.

Marksist felsefe ile “metafizik” arasındaki ilişki sorunu, bir yandan Marksist felsefenin teması ile diğer yandan Marksist felsefenin Eflatun’dan bu güne uzanan batı felsefesi geleneği ile ilişkisi ile doğrudan bağlantılı bir sorundur. Batılı akademik düşünce çevrelerindeki yaygın görüş, bizzat Marksist felsefenin kendisinin bir tür “metafizik” olduğudur, Marksist felsefenin bizzat kendisi Eflatun’dan bu yana olan felsefi temaların çerçevesini aşmamıştır. Böylece onlara göre Marksist felsefe– bu felsefi temalarda olduğu gibi–tüm dünyanın özünü veya temellerini kavramanın izini sürmüş, şeylerin doğasını anlamaya ve kavramaya çalışmış, diğer yandan insanın özü ve davranış temellerini anlamaya ve kavramaya çalışmış, bu arayışı içinde bir “nihai varoluşa” ve bir “birincil/üst ilkeye” dayanma yaklaşımını benimsemiştir. Fakat, onlardan farklı olarak postmodernist düşünürler Marksist felsefenin gerçekten da “Platonculuğu yıktığını” ve “metafiziğe son verdiğini” vurgulamaktadırlar. Şüphesiz bu görüş, Marksist felsefenin “metafiziği” reddeden doğasına ışık tutmakta ve Marksist felsefenin “metni” ile örtüşmektedir.

Heidegger’e göre “felsefe tarihi boyunca Platoncu görüşler her zaman çeşitli biçimlerde hayati rol oynamıştır. Metafizik, Platoncu’dur.” (Heidegger, Düşüncenin Çağırdığı, S. 59)

Ve Marksist felsefe Platonculuğu eleştirir ve daha en başından itibaren “metafiziği” reddeder. Marx’a göre Platonculuk temel olarak “daha yüksek bir öze ulaşmak için derinlemesine bir arayış” olarak nitelenebilir. Platonculuk bu “arayış” süreci içinde “iyi (iyilik) üzerine soyut bir tanımlamayı”, bu “arayış” süreci içinde “erek üzerine soyut bir tanımlamayı” kapsamlı, dünyayı kucaklayan bir felsefeye doğru geliştirir. (Karl Marx ve Frederick Engels, Pekin: People’s Publishing House, 198, 1. Çince Baskı, Cilt. 40, S. 69) Soyut evrenselliğe böylesi bir tapınma kaçınılmaz olarak mistisizme yol açar, ve böylece gelecekteki Hristiyanlık düşüncesi için teorik önkoşullları yaratmış olur. Bu bağlamda postmodernizmin teorik yol açıcısı olan Nietzsche, Plantonculuk konusunda Marx ile aynı fikri paylaşmış ve şöyle yazmıştır: “İyiyi yüce kavram olarak kabul eden Platonculuk, “Hristiyanlığın atasıdır ve onu önceler, fakat Hristiyanlığın tüm renklerini içerir.” “Kilise” kavramında, kilisenin sistemi ve pratiğinde alabildiğine Platonculuk olduğunu görürüz!”

“Metafizik Platoncudur.” Dolayısıyla Platonculuk üzerine eleştiri, Marx’ı doğal olarak tüm “metafiziği” eleştirmeye yöneltmiştir. Marx, Kutsal Aile kitabında “metafiziği” hem teorik olarak hem de pratik yönden eleştirir ve şöyle yazar: “Metafiziğin tüm zenginliği, bilimin ve pratiğin gelişiminin şafağı koşullarında–gerçek varlıklar ve dünyevi varlıklar insanın tüm ilgisinin merkezi olmaya başladığında “yalnızca—düşüncedeki varlıkları ve insanüstü şeyleri” içermesidir. (Karl Marx ve Frederick Engels, I. Çince Baskı, II. Cilt, S. 161-162)

Marx’ın bakış açısına göre, felsefi bir morfoloji olarak metafiziğin temel zaafı ve eksiği, insanlıktan ve insanın faaliyetlerinden koparak, numenler evrenine ve “ilk nedene” odaklanmasıdır. Platoncu felsefede, yalnızca “kendinden şey”değil “insanoğlu” da soyut bir varoluş olarak düşünülmekte, dolayısıyla  hem insanoğlu hem de insan dünyası yok olmaktadır. Bundan dolayı, Marx’a göre “mevcut felsefeyi yadsımak” ve “felsefenin bizzat kendisini ortadan kaldırmak”, yani “metafiziği sonlandırmak” gerekmektedir. Felsefe, tüm dikkatiniiçinde bulunduğu “zamanın gerçek dünyasına” ve “insan dünyasına” vermelidir. (Marx-Engels, II. Baskı, I. Cilt, sf. 8) Marx,metafiziğin materyalizm tarafından alt edileceğini savunur:  “spekülatif düşüncenin kendi çabasının sonucu olarak (Hegel- çev) ve hümanizm ile örtüşen materyalizm (Feuerbach –çev.) tarafından sonsuza dek yenileceğini” ileri sürmüştür. (Marx-Engels. Çince I. Baskı, Cilt II, S. 159-160)

Bu görevi başaran Marx olmuştur. ‘Marx’ın materyalizminin öncülü, doğanın “önceliğini” savunmasıdır. Fakat bu materyalizmin odaklandığı nokta, soyut kendinde şey veya herhangi bir soyut töz değildir, dünyanın maddesel birliğinin skolastik bir tarzda soyut olarak tartışılması hiç değildir. Bu materyalizmin odaklandığı hedef, kapitalist toplumdaki yabancılaşma durumunu ve  her alanı kuşatmış olan “fetişizmi” eleştirme üzerinden, bir yandan insanın toplumsal doğasını, diğer yandan insan ile  insan arasındaki ilişkiyi açıklamak olmuştur. Bu materyalizm bizzat araştırma içinde–kapitalizm koşullarında– insan ile insan arasındaki ilişkinin üzerinin, bir yandan nesnenin doğal niteliği ile nesne ile nesne arasındaki ilişki biçiminde örtüldüğünü keşfetmiştir. Böylece, Marksist felsefe “metafiziği” reddetmiş ve felsefede tema değişimini başarmış, evren temasından insan dünyası alanına geçmiş ve  “var olan dünyayı devrimcileştirme” misyonunu üstlenmiştir. Postmodern düşünürlerin deyişiyle, Marksist felsefe “tüm doğruları” fethetmeyi değil, sonsuz bir biçimdehakikatin peşinden koşmayı hedeflemiştir. Jameson’a göre Marksist felsefe “artarda gelen nesiller” için inşa edilmemiştir, aksine “nesiller onu kendi zamanları için yapı sökümüne” tabi tutarlar. Böylece Marx ile birlikte, “felsefe son aşamasına girmiştir.”

Marksist felsefenin “geleneksel” (genealojisinde) yorumunda[3], pratik kategorisi yalnızca epistemolojik bir kategori olarak görülmüştür, hatta epistemolojinin ötesinde (dışında) bir pratik kategorisinden söz edildiğinde de pratik sadece bir tür toplumsal coşku olarak anlaşılmıştır. (ÇN Burada Sovyet ve Batı Marksizminin Pratik üzerine görüşlerine bir eleştiri getiriliyor)

 Buna karşın postmodernist düşünürler, pratiğin ontolojik önemine ve ontolojik boyutuna vurgu yapmışlar ve Marx’ın toplumsal hayatın pratik niteliğine ve pratik özüne yaptığı özel vurgunun, aslında batı felsefesinin epistemolojik (genealojisini) köklerini ve epistemolojik geleneğini aşmayı hedeflediğini ileri sürmüşlerdir, böylece Marx toplumsal varoluşu, insan eylemi temelinde kavramaya girişmiştir.   Kanımca onların bu yaklaşımı gerçekten yerinde ve oldukça aydınlatıcıdır, çünkü pratik, Marksist felsefede ontolojik bir öneme ve anlama sahiptir. 

Marx’a göre pratik, içinde, bir yandan varlıkların diğer yandan insanın varlığının karşılıklı olarak meydana geldiği ve dönüştüğü orijinal ve asli faaliyettir. İnsan dünyaya geldikten sonra, varlıkların birleşmesine girer ve varlıklara yeni bir boyut sağlar: toplumsallık. Böylece varlıklara, “benim için var olma” niteliğini verir, insanlar, pratik faaliyetlerini Yeri ve Göğü kapsayacak bir biçimde genişletir[4] ve maddi pratik faaliyetleri temelinde dünyayı yeniden inşa ederler. Böylelikle pratik, var olan dünyanın var oluşu için bir temel ve baz dayanak taban oluşturur, tüm bunların anlamı insanın varlığının  insanın pratik faaliyetlerinin bir sonucu ve ürünü olmasıdır. Marx’ın belirttiği gibi, “insanların varlığı, onların fiili yaşam-sürecidir.” (Karl Marx ve Frederick Engels’in Seçme Eserleri, II. Baskı, Cilt I, S. 72)

Marksist felsefede, pratiğin etkisi ve otoritesi geniş kapsamlıdır, yalnızca epistemoloji alanında değil, onun doğa görüşünde ve tarih kavrayışında (tarihsel materyalizm) da belirleyici bir konuma sahiptir. Marksist felsefenin doğa görüşüne baktığımızda, burada pratik faaliyet, doğanın kendisi ve insanileşmiş doğa arasındaki ayrışma ve birliğin zemini olarak, insan ile doğa arasındaki ikili karşıtlığı aşmaktadır. Marksist felsefenin tarih kavramına baktığımızda, burada pratik, bir yandan toplumun özünü, diğer yandan insanın varoluş tarzını oluşturur ve pratik bu konumuyla “doğal tarih” ve “tarihsel doğa” arasındaki birliğin köşe taşıdır ve Marksizm böylece “maddi doğa” ve “manevi (spiritüel) tarih” arasındaki karşıtlık mitini yıkar.

Marx, pratiğin ontolojik öneminden yola çıkmasından dolayı insan dünyasını araştırmaya ve kavramaya koyulmuş, daha önceki felsefeleri bu gözle incelemiş ve gözden geçirmiş, ve pratiğe dayanarak daha önceki felsefelerin kategorileri ve normları üzerinde değişikliklere girişmiştir. Bu anlamda pratik, Marksist felsefenin etrafında döndüğü gerçek bir güneş gibidir. Bundan dolayı, ancak ve ancak, bu kilit “pratik” kategorisini—bu melodiyi- doğru bir biçimde- Marksist felsefenin büyük senfonisinin içine yerleştirebildiğimiz takdirde, Marksist felsefe mükemmel bir uyum içinde çalınabilecektir.

Yukarıda ele aldığım gibi, Marksist felsefe ve “metafizik” arasındaki ilişki sorunun aynı zamanda Marksist felsefe ile postmodernizm dahil çağdaş batı felsefesi arasındaki ilişkiyi çağrıştırmaktadır. Postmodernist düşünürler Marksist felsefenin “metafiziği reddeden” doğasını doğruladıklarında, onun çağdaş önemini ve canlılığını gerçekten daha net görebileceklerdir. Bu gerçekten de böyledir.

“Post-modernite”, başka bir deyişle günümüz toplumunun bazı önemli özellikleri, Marksist felsefenin eleştirisi içinde önceden görülmüştür, Marksist felsefe modernleşmenin olumsuz etkileri üzerine güçlü bir eleştiri getirmiştir ve Marksist felsefe ile postmodernizm dahil çağdaş batı felsefesi arasındaki ilişki, buz ve sıcak kor kömür arasındaki ilişki kadar uyumsuz değildir. Bu arada, çağdaş batı felsefesinin diğer okulları, insan dünyasına belli bir görüşe, bağlantıya veya belli bir ilişkiye dayanarak bakmakta ve insan dünyasını böylesi bir görüşe, bağlantıya veya ilişkiye doğru indirgemekte, böylece insan dünyasını genel ve temelli olarak kavramada başarısız olmaktadırlar. Aksine, Marksist felsefe, insan dünyasının temelini- yani pratiği kavramakta ve bu temeli insan dünyasının tüm veçhelerine, insan dünyasının içindeki tüm bağlantılara ve ilişkilere doğru yaymakta, böylece, “aşılamayacak” bütünsel bir düşünce oluşturarak, postmodernizm dâhil, çağdaş batı felsefesi için önemli bir itici kaynak olabilmektedir.

Bazı postmodernist düşünürlerin deyişiyle, (Bkz. Jameson’un bu konudaki görüşleri) çağdaş batı felsefesinin diğer okulları, yalnızca “toplumsal hayatın belirli parçalarının, şu veya bu özel yasalarına” odaklanmış durumdadır, oysa Marksist felsefe topluma ilişkin “bütünsel bir vizyon” sağlamakta; modern batı felsefesinin diğer okullarına kendi içlerinde “sektörel bir geçerlilik” atfetmekte ve böylece “bir yandan onları iptal etmekte diğer yandan onları korumakta”,  böylece Marksist felsefe içinde bulunduğumuz çağda “aşılamayacak bir semantik ufuk” sunmaktadır. Kanımca biz bugün bu noktada bizzat Jameson’un yukarıdaki parlak önermesine kıyasla daha derinlemesine bir yaklaşım ortaya koyabilme olanağına sahip bulunmaktayız, bunu—son 20 yıl içinde yaptığımız araştırmalara- Marksist felsefenin en temel özelliğini, pratik materyalizmi kavramış bulunmaya borçluyuz.


[1]De-centering:Merkezsizleştirmek (aynı zamanda desentralizasyon olarak da bilinir) bir durumun birden çok yönünü dikkate alabilme ve değerlendirme yeteneğini ifade eder. Piaget’in bilişsel gelişme teorisinde, üçüncü aşama Somut İşlemsel Evre olarak adlandırılmıştır. İşte, bu aşamada 7-12 yaşları arasında bir çocuk artan bir ölçüde mantığını kullanmaktadır. Bu aşamadaki çocuğun kullandığı mantıksal işlemlerden biri de, desentrasyondur. Örneğin, iki lolipop şekeri arasında seçim yapması istenen bir çocuk, diğeri aynı boyut ve renkte  olsa bile,  birinin lezzetinin diğerinden daha iyi olması nedeniyle, birini seçebilir.

[2]Foucault, on sekizinci yüzyılın Aydınlanmasının birçok araştırma çabasına eğilen özel bir araştırma yapmış ve bunlara radikal bir eleştiri getirmiştir. 

[3]Ç.N. Yazar, burada dünya genelinde, 20.yüzyılın Marksist felsefe yorumunun, Marx’ın felsefesini tek yanlı bir biçimde kavradığını tartışıyor.

[4]Bir Çin atasözü. Burada pratik çabayı, yer ve gök üçlüsünü görüyoruz.

TAMAMINI OKUMAK İÇİN İNDİRİNİZ

Paylaş

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir