Almanya Solunun Yeni Yıldızı: Sahra Wagenknecht’in Liberal Solu Eleştiren Kitabı : Üstten Bakan Kibirliler: Benim Karşı Programım- Kamu Bakışı ve Toplumsal Uyum
Yazan :Domenico Moro Aralık 2024
İştiraki web sitesinden yararlanılmıştır
Kentli, çeşitlilik-çoğulculuk tutkulu, kozmopolit, bireyci bir kesim- bugün birçokları için sol, her şeyden önce bir yaşam tarzı meselesi haline geldi. Düşük gelirli kadınlar, yoksul göçmen çocukları, sömürülen geçici işçiler ve orta sınıfın yoksullaşan geniş kesimleri gibi sosyal uyuma yönelik siyasi kavramlar da gözden düşüyor.
İster ABD’de ister Avrupa’da olsun, fırsat eşitliği yerine cinsiyet yıldızlarına odaklanan ve nüfusun çoğunluğunun kültürünü ve aidiyet duygusunu ihmal eden herkes aşırı sağın ekmeğine yağ sürmektedir.
Sahra Wagenknecht kitabında, ilerici olduğunu iddia eden ancak sadece kendi çevresiyle ilgilendiği ve sosyal geçmişe dayalı ayrımcılığı görmezden geldiği için toplumu bölmeye devam eden sol-liberalizme bir alternatif sunuyor. Sol siyasetin çoğunluk desteğini yeniden kazanabileceği bir program geliştiriyor. Bencillik yerine birlik olmayı düşünmeliyiz.
Sahra Wagenknecht’in Liberal Sola Karşı isimli kitabı, hiç kuşku yok ki son yıllarda yayımlanan, başta Batı Avrupa olmak üzere, “gelişmiş” denilen kapitalist toplumlara yönelik en önemli eleştirilerden biridir. Orijinal adı Die Selbstgerechten [Üstten Bakan Kibirliler] olan kitabın Almanya’da uzun süredir satış listelerinin zirvesinde yer alması, asla tesadüf değil.
Metin, aslında çok basit bir dille kaleme alınmış. Ele alınan konular, karmaşık olsa bile, geniş bir kitle tarafından anlaşılacak şekilde yazılmış. Kitabın asıl ilgilendiği husussa egemen sol tutum ve düşünecelerin eleştirisi. Kitapta gelişmiş kapitalist toplumların, solun ideolojisinin ve her şeyden önce son otuz-kırk yılın kapitalist modernleşmesinden kaynaklanan değişimlerden türeyen toplumsal sınıfların ana bileşiminin bir analizi aktarılıyor.
Bununla birlikte, söz konusu kitap, esas olarak yazarının sıradan bir aydın olması sebebiyle değil, onun Almanya’da tanınmış bir politikacı olması ve son zamanlarda inşa ettiği siyasi gücüyle olumlu sonuçlar elde etmesi üzerinden ilgiyi hak ediyor. BSW (Bündnis Sahra Wagenknecht – Vernunft und Gerechtigkeit, Sahra Wagenknecht İttifakı – Akıl ve Adalet), Die Linke partisinden ayrılan bir siyasi grup .
8 Ocak 2024 tarihinde parti kurdular. Sadece altı ay gibi kısa bir süre içerisinde BSW partisi, beklenmedik bir şekilde, gurur verici sonuçlar elde edebilecek bir parti olduğunu ispatladı. Haziran 2024’teki Avrupa seçimlerinde oyların %6,2’sini alarak beşinci parti olmuştu. Fakat BSW partisi son genel seçimlerde yüzde 4.9 alarak baraj altında kaldı.
BSW’nin kaleleri, ülkenin en yoksul bölgesi olan ve Avrupa seçimlerinde %13,8 ile üçüncü parti olduğu eski Doğu Almanya’da bulunuyor. Eski Doğu Almanya’da elde edilen olumlu sonuç, Eylül ayında Thüringen’de (%15,8) ve Saksonya’da (%11,8) yapılan bölgesel seçimlerde tekrarlandı, böylelikle BSW, üçüncü siyasi güç hâline geldiğini dosta düşmana göstermiş oldu.
İtalyan radikal solunun elde ettiğinden çok farklı olan bu sonuçlar, BSW’nin bu sonuçları elde etmesine imkân sağlayan yaklaşım ve program, herkesin merakını celbediyor. Elbette şu, tartışılmayacak bir gerçeklik: İtalya Almanya değil, ayrıca iki ülke arasında önemli farklılıklar mevcut. Ama bu yazı boyunca göreceğimiz gibi, iki ülke arasında kimi dikkate değer benzerlikler de var, bu anlamda, Wagenknecht’in yazdıkları ilgiyi hak ediyor.
Yazar, aşırı sağcı AfD’nin, oyların %15,3’ünü alarak iktidardaki sol partileri, özellikle de SPD’nin sosyal demokratlarını (%13,9) ve Yeşiller’i (%11,9) geride bırakarak ikinci parti olduğu son Avrupa seçimlerinde elde ettiği başarıya değinerek başlıyor.
Ona göre, AfD’nin bazılarının kınadığı gibi bir “neo-Nazi partisi” mi yoksa “sadece aşırı sağcı bir parti” mi olduğu tartışmasının bir anlamı yok. Partinin elde ettiği başarı, esasen Almanya’da devam eden siyasi depremin endişe verici ve önemli bir sonucu.
Medyadaki birçok gözlemci ve yorumcu, AfD’nin seçim sonuçlarını seçmenlerin sağa kaymasına bağlarken, Wagenknecht, bu yaklaşımla çelişen bir açıklama yapıyor: “Sağın yükselişinin zeminini ekonomi, politika ve kültür düzleminde bizzat sol hazırladı.”
Modaya Uygun Sol
Bu, solun son yıllarda genetik bir dönüşüm geçirmesi nedeniyle gerçekleşti. Bir zamanlar solun ana niteliği, alt sınıflara yönelik savunusuydu. Bugün Wagenknecht, solu, “Yaşam tarzı solu” anlamına gelen bu ifade ile tanımlıyor, modaya uygun solu tanımlamak için kullanılıyor, zira bugün artık solun eyleminin merkezinde, sosyal ve politik-ekonomik sorunlar değil, yaşam tarzı, tüketim alışkanlıkları ve davranışlarla ilgili ahlaki yargılar duruyor. Adil bir topluma giden yol, artık toplumsal mücadelelerden değil, her şeyden önce simgelerden ve dilden geçiyor, örneğin eril/erkek olandan kaçınmak, bu noktada eril-dişil ayrımını silmek adına, kelimelerin çoğul hâllerinde yıldız işareti kullanmak gibi yöntemlere başvuruyor.
1990 ve 2020 yılları arası dönemde sanayi işçileri ve sıradan memurlar geleneksel sol partilere oy vermeyi bıraktılar. Artık sosyo-ekonomik düzeyde kendilerini savunmadıklarını, kültürel düzlemde kendilerini temsil etmediklerini düşündükleri geleneksel sol partilere oy vermeyi bıraktılar. Bugün sola oy verenler, daha çok büyük şehirlerde yaşayan, iyi bir kültüre ve daha iyi maaşlara sahip insanlar.
1950-60 larda topluluk yönelimi, dayanışma ve karşılıklı sorumluluğa dayanan işçi örgütlenmesi, alt sınıfların ekonomik durumunu kademeli olarak iyileştirmeyi mümkün kıldı. Durum, 1990lı yıllardaki ivme ile birlikte 1975’ten daha da kötüye gitmeye başladı ve bu da endüstriyel toplumdan hizmet üreten topluma geçişe yol açtı. Bu geçişte üç ana faktör rol oynadı: otomasyon, dış kaynak kullanımı ve hepsinden önemlisi, birçok sanayi üretiminin yurtdışına taşınmasına yol açan küreselleşme.
Küreselleşmenin sorumluluğu, sermaye kontrollerinden vazgeçen siyasi elit ve siyasi sisteme aittir. Küreselleşme, en çok da işçi sınıfına zarar verdi. Buna karşılık, üst sınıfların servetinin muazzam bir şekilde büyümesine sebep oldu.
İyi Okumuş Yeni Orta Sınıf ve İdeolojileri
Bu noktada Wagenknecht, analizinin sosyolojik açıdan en ilginç yönlerinden birini ifade eden özgün bir kavram ortaya atıyor: İyi okumuş yeni orta sınıfın doğuşu.
Aslında, küreselleşme ve hizmet toplumu; yatırım bankacılığı, dijital hizmetler, pazarlama, reklâmcılık, danışmanlık ve hukuk alanlarında çalışan üniversite mezunları için yeni yüksek ücretli meslekler de üretti. Bu yeni orta sınıf, hem küçük burjuvaziden hem de işçi sınıfından yalnızca eğitim, iş profili ve ikamet yeri açısından değil, aynı zamanda özel bir ahlaki kimlik taşıyan ürünlerin satın alınmasına dayanır ve tutum, değerler ve yaşam tarzı açısından da farklıdır. Bu yeni sınıfın iş ve çalışma ortamının taşıdığı ana duygu, özgürlük, bağsızlık ve dünya vatandaşlığı fikri, yani kozmopolitizm gibi bir mayaya sahiptir.
Bununla birlikte, üniversiteden mezun olan herkes, bu yeni orta sınıfın bir parçası değildir, çünkü klasik orta sınıfla birlikte küreselleşmenin kazananları arasında kesinlikle sayılamayacak yeni bir alt üniversitede mezunu tabaka da vardır. Yeni orta sınıf iyi okumuş mezunlar, eğitim ayrıcalığının geri dönüşünün ürünüdür. Aslında, en iyi ücretli işler, semtlerdeki halk eğitimi kursu ile elde edilebilecek becerilerle elde edilemez, ancak en iyi okullara devam etmeye, yurtdışında dil eğitimi gezilerine ve önemli şirketlerde ücretsiz staj dönemlerine izin veren aile destekli yüklü miktarları bulan mali desteklere sahip olmak germektedir.
Bu açıdan, yeni iyi okumuş orta sınıf (editör küçük burjuvalar kastediliyor) mezunlar, daha dezavantajlı konumlarda olanların girmesinin imkânsız olduğu, diğer insanların görüşleri üzerinde etkisi olan, medya ve siyasette kilit pozisyonları işgal eden özel bir ortamı ifade etmektedirler.
Bu yeni sınıfın ideolojisi, neoliberalizmden türeyen, onun değerleri ve duygularıyla bağlantılı olan sol liberalizmdir. Solcu liberalizm, hâkim dil hâline geldi. 1968 kuşağıyla özdeşleşen bu düşüncenin temsilcilerinin devreye girmesiyle, Alman Sosyal Demokat Partinin sosyal demokrasisi, işçi sınıfından koptu ve kendisini bir kamu yönetimi, öğretmen ve sosyal hizmet uzmanları partisine dönüştürdü.
Tüm Avrupa ülkelerindeki sol partiler, özellikle Yeşiller, kentli iyi okumuş mezunların partileri hâline geldiler.
Bunların desteklediği Sol liberalizm, eşitsizliğin kutsallaştırılmasını amaçlayan, dikkatini daha küçük ve daha abartılı azınlıklara çeviren kimlik politikaları üzerine kuruludur. Altı oyulan şey, bireyler arasındaki farklılaşmanın yerini alan ve kota politikalarına dönüşen geleneksel sol eşitlik değeridir. Kimlik politikaları, dikkati mülkiyet ilişkilerinden ve sosyal yapılardan etnik köken, ten rengi ve cinsel yönelim gibi bireysel özelliklere yönlendirir.
Dünyanın en büyük finans şirketlerinden biri olan Blackstone bile, yönetim kurulunun en az üçte birinin artık beyaz, heteroseksüel erkekler tarafından temsil edilmemesini sağlamak istediğini söyleyerek bir kota politikası benimsedi.
Oysa kotalar ve çeşitlilik, en yoksul ve en dezavantajlı kesimin mevcut durumlarında bir nebze değişikliğe yol açmıyor. Kimlik politikaları, esasen, küreselleşmenin sebep olduğu toplumsal değişimler neticesinde her şeyini kaybedecek olanlarda dayanışmaya ve öfkeye en çok ihtiyaç duyulduğu, yüksek gelirli özel bireylerin ayrımcılığa uğrayan kurbanlar rolü kestiği koşullarda ayrışmalara neden oluyor.
Kimlik politikaları, göçmenler bağlamında da felâketlere yol açtı. Sol liberaller, göçmenlerin entegrasyonuna yardım etmek yerine, önceliği çoğunluktan ve diğer etnik gruplardan farklı bir grubun kimliğini pekiştirmek olan İslami aşırılık yanlıları gibi örgütleri finanse etti.
Çokkültürlülük, gerçekte, dayanışma ve sosyal adaletin en önemli ön koşulu olan bütünleşmenin başarısızlığı ve topluluğa aidiyet duygusunun yok edilmesinden başka bir anlama sahip değil.
Sol liberalizmin ideolojisi, bir ülkedeki aidiyet ve topluluk duygusunu sağcı ve gerici bir şey olarak görüyor. Buna ek olarak, sol liberalizm, korunması gereken başka bir azınlık daha ortaya koyuyor: yoksullar ve marjinalleştirilmiş kesimler.
Bu şekilde, refah devletinin yoksullara yönelik insani yardım lehine iptal edilmesi söz konusudur ki bu, orta ve alt-orta sınıflar için pek yararlı olmayacak bir gelişmedir.
Sol liberalizmin önemli bir özelliği de, ulusal sınırların ötesine geçen, küresel veya en azından Avrupa vatandaşlığı (kozmopolitizm) iddiasının eşlik ettiği açık topluma onay vermesidir. “Dünyaya açık ol!” sloganı ve kozmopolit duruş, son yıllardaki liberal dönüşümlerin ve halkın sadece işlerinden değil, aynı zamanda sosyal güvencelerinden de mahrum bırakıldığı sürecin sorumluluğunu üstlenmeye yönelik isteksizliğin bir gerekçesinden ibarettir.
Gerçekte açık toplum, bir yandan belirli bir devlete ait olmayanlar için sınırların geçirgenliğine yol açarken, diğer yandan, üstesinden gelinmesi giderek zorlaşan toplumsal sınıflar arasında duvarlar örer. Kadınların o çok alkışlanan özgürleşme süreci bile aslında üst ya da üst orta sınıfa mensup üniversite mezunu kadının özgürleşmesine denk düşer.
Sol neoliberalizm, her şeyden önce zenginler için yararlı olan bir politikaya katkıda bulunur, orta sınıfı politik-kültürel bir bakış açısıyla bölmeyi başarır ve gelecek için farklı bir proje arayan siyasi çoğunlukların doğuşunu önler.
Göçmenlik
Göçmenlik, tüm Avrupa ülkelerinde aşırı sağ tarafından tahrik edilen, hassas bir sorundur. Bu, özellikle, Suriye’deki savaşın patlak vermesinden sonra önemli sayıda göçmene kucak açan ve bu sorun sayesinde AfD’nin büyüdüğünü gören Almanya için geçerlidir.
Wagenknecht’in BSW partisi bu konuda sol liberallerinkinden farklı bir pozisyon aldı ve bu da partiye ırkçı parti suçlaması yöneltilmesine neden oldu. Bu açıdan, Wagenknecht’in gerçek konumunun ne olduğunu görmek gerekiyor.
Öncelikle sol liberalizm, göçmenlerin kabulü fikrinin başkalarına yardım etme ve dayanışma da dâhil olmak üzere, en temel ahlaki emirlere aykırı olduğunu düşünür…. (Çeviri hatası olablir)
Wagenknecht ise zengin ülkelerin, yoksul ülkelerde uzmanların eğitimi için tonla para harcayan, ama bu insanların kendi toplumlarına katkıda bulunmasına engel olan yoksul ülkelerden nitelikli işçi çektiği, bu anlamda, yalın ve aleni bir sömürgecilik pratiğine imza attığı düşüncesindedir. Örneğin, doktor ve hemşire sıkıntısı, Bulgaristan ve Romanya’da birçok hastanenin kapanmasına yol açmış, bunun etkisi Kovid salgını sırasında bilfiil hissedilmiştir. Ayrıca, Uluslararası Para Fonu’nun tespitine göre, 1995 ve 2012 yılları arasında göç olmasaydı, Doğu Avrupa ülkeleri %7 daha fazla büyüme kaydedecekti.
Ekonomik nedenlerle göçenlerle savaş nedeniyle topraklarını terk etmek zorunda kalan, komşu ülkelere ve yoksul ülkelere giden mülteciler arasında da bir ayrım yapılmalıdır. Avrupa, 60 milyon mülteciyi kabul edemez, ancak bu insanlarla ilgilenen derneklere kaynak sağlayabilir. Bunun yerine, Wagenknecht, Avrupa fonlarının kıt olduğuna ve birçok Avrupa ülkesinin göçmenlerin entegrasyonu için yapılan harcamaları gelişmekte olan ülkelere yapılan yardımlardan kısarak ayırdığına dikkat çekiyor.
Göçten yararlanan girişimciler, iki şeyle ilgileniyor: ucuz bir işgücüne sahip olmak ve çalışanlar arasında ayrışmaları tetiklemek. Bu nedenle, sol, geçmişte göçün azaltılması için savaşmıştı. Bu, Weimar Cumhuriyeti sırasında ve 1973’te Sosyal Demokrat Şansölye Willy Brandt’ın yurtdışından işçi almayı bıraktığı zaman yaşandı. Wagenknecht’in belirttiği gibi, bugünkü Sosyal Demokrat Parti, muhtemelen o dönemki SPD’yi AfD’ye yakın bir parti olarak tanımlardı.
Bugün sol liberal dilin yaygınlığı, sendikaların artık göçmen emeğinin istihdamını sorunsallaştırmaya cesaret edemediği anlamına geliyor: göç ve ücretlerdeki düşüş arasındaki bağlantıdan bahsetmek bile küfür olarak görülüyor. Yine de, Sosyal Demokrat Parti Schröder hükümetinin işgücü piyasası reformlarına ek olarak, Almanya’da birçok sektörde ücretlerde kaydedilen %20’lik düşüş, yüksek göçmen oranına bağlanabilir. Göçmenlerin girişi, daha az varlıklı yerli nüfusun yaşadığı yerlerde kiraların artmasına da neden oluyor.
Wagenknecht, yoksul ülkelerin kalkınmasını gerçekten teşvik etmek isteyenlerin, Batı’nın müdahaleci savaşlarına ve iç savaşlara destek vermelerine son vermeleri, örneğin yoksul ülkelerden gerçekleşen beyin göçünü önleyerek, farklı bir ticaret politikası uygulamaya koymaları gerektiği sonucuna varıyor.
Gerçekten de Sağcı Bir Çağda mı Yaşıyoruz?
Almanya’da ve Avrupa’nın geri kalanında sağcı partilerin yükselişinin nedenleri nelerdir?
Bazılarına göre sağa oy verenler, liberal topluma karşı olan nüfusun beşte birini temsil ediyor. Ancak bu, tesbit daha önce sağcı partiler varken, seçmenlerin neden şimdi AfD’ye kitlesel olarak oy verdiğini açıklamıyor. Gerçek şu ki seçmenler, belirli bir kanaate bağlı olarak değil, protesto için oy veriyorlar.
Toplumun son yıllarda siyasetten dezavantajlı duruma düşen kesimi, çıkarlarını görmezden gelen ve onların sosyal pratiklerini ve yaşam tarzı anlayışlarını küçümseyen, gerici ve taşralı olarak tanımlanan politikacılara oy vermeyi bıraktı. Sağcı seçmenler, işsizliğin yüksek, altyapının zayıf ve göçün yüksek olduğu kırsal kesimde ve küçük sanayi merkezlerinde yaşarken, şehirlerde sosyal sıkıntıların yoğun olduğu bölgelerde yaşıyorlar. Bu kesimler, önce çekimserlik kovuğuna sığındılar, ardından da sağa oy vererek, hayal kırıklıklarını ve öfkelerini açığa vurdular.
Modaya uygun solun neden bu seçmenlere ulaşamadığını anlattık, peki ama sağ, neden başarılı oldu?
Birinci neden, Avrupalıların büyük bir kısmının kıtada çok fazla göçmen olduğuna inandığı koşullarda, tüm sağcıların programının merkezine göç eleştirisini yerleştirmeleridir. Bazı toplumsal kesimlerin kontrolsüz göçe karşı düşmanlığının arkasında elbette kültürel nedenler var, ancak burada her şeyden önce somut bir soruna işaret ediliyor: iş bulma rekabeti, barınma ve sosyal yardımlar.
Wagenknecht, bu sorunları inkâr etmenin ve göç tartışmasını bir ahlaki tutum sorunu olarak yorumlamanın, modaya uygun sola oy vermeyi imkânsız hale getirdiğini savunuyor.
Üstelik, eğer sadece sağ, göçle ilgili sorunları dikkate alır, sol da bu “öfkeli” yoksulları ahlaki olarak eleştirirse, tartışmanın gidişatı göçmenleri sadece kötü niyetli davetsiz misafirler olarak tasvir edecek olan sağ tarafından belirlenecektir.
Sağın başarısının bir başka nedeni de, neoliberalizme, refah devletinin parçalanmasına ve küreselleşmeye en büyük bağlılığı gösteren sol liberalizme yönelik muhalefetidir.
Bu nedenle sağ, dezavantajlı kişilere sadece kültürel düzeyde değil, aynı zamanda maddi çıkar düzeyinde de sesleniyor. Örneğin Trump, küreselleşme yoluyla işlerin azalmasını konuşmalarının merkezine koydu, ithalata tarifeler uyguladı, bu anlamda, destekçilerinin çoğunun takdir ettiği önlemlere başvurdu.
Bu noktada 2015’teki zaferinden sonra Polonya tarihinin en görkemli sosyal programını formüle eden, sosyal ödenek olarak büyük bir meblağ veren ve böylece yoksulluğu %40 oranında azaltan aşırı sağcı parti de örnek verilebilir. Aşırı sağcı Parti, sendikaların talep ettiğinin üzerinde asgari ücret getirdi, erkekler ve kadınlar için emeklilik yaşını düşürdü, sosyal demokrat ve ilerici partilerden bekleyeceğimiz bir politikanın ifadesi olan başka önlemlere başvurdu.
Sadece Polonya sağı için geçerli bir durum değil bu. Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi de sosyal harcamaların kısılması, varlık vergisinin yeniden getirilmesi, devlet yatırımlarının ve sosyal yardımların artırılması çağrısında bulunuyor. Hollanda’da Özgürlük Partisi (PVV), işten çıkarmaya karşı korumaların gevşetilmesine, emeklilik yaşının yükseltilmesine ve asgari ücretin düşürülmesine karşı mücadele ediyor.
Son olarak, Macaristan’da Orban’ın o çokça kötülenen Macar Yurttaş Birliği (Fidesz) isimli partisi, ekonomik liberalizmin ve Macar ekonomisinin yabancı yatırımcılar tarafından kontrol edilmesine dönük pratiklerin karşısına devlet egemenliği ve devlet müdahaleciliği fikrini çıkarttı. Fidesz’in stratejik enerji şirketlerinin yeniden ulusallaştırılması, çokuluslu şirketler ve mali işlemler için özel vergiler getirilmesi gibi aldığı önlemlerin tümü, Wagenknecht’in de belirttiği gibi, solcu olarak adlandırmakta tereddüt etmeyeceğimiz önlemler.
Son olarak, sağın başarısının üçüncü bir nedeni daha var: Avrupa Birliği’nin ve Brüksel’de oturan bürokratların eleştirilmesi.
AB’deki tüm sağcı partilerin programlarının merkezinde, ulusal egemenliğin savunulması ve halkın güvenmediği Brüksel’deki komisyon üyeleri tarafından yürütülen yetkilerin merkezileştirilmesine karşı muhalefet duruyor.
Avrupa Komisyonu, Avrupa ülkelerinden altmış üç kez sağlık hizmetlerini kesmelerini ve hastanelerin özelleştirilmesini hızlandırmalarını, elli kez ücret artışını frenlemek için önlemler almalarını ve otuz sekiz kez işten çıkarmaları kolaylaştırmak için önlemler almalarını istedi. Avrupa Adalet Divanı, büyük çokuluslu şirketlerin lehine karar veriyor ve işçilerin ve orta sınıfın koşullarını kötüleştiriyor.
Wagenknecht, defalarca “egemenlikçi” ve dolayısıyla “sağcı” olmakla suçlandı.
Gerçekte, onun savunduğu egemenlik milliyetçilik değil, karar verme gücünü demokratik olarak, yani ulusal düzeyde karar vermenin en mümkün olduğu yere yerleştirme talebidir. Bunun sonucu, AB’nin egemen demokrasiler konfederasyonu olarak yeniden yapılandırılması olacaktır. Bu şekilde, tek tek ülkelerde yalnızca ilgili ulusal parlamentolar tarafından kararlaştırılan şeyler geçerli hâle gelecektir.
Halkın Avrupa yanlısı yaklaşıma yönelik reddiyesini sağ, hemen benimseyip seçimlerde istismar ederken, sol liberaller, AB’yi eleştiren herkesi “Avrupa karşıtı” ve “milliyetçi” olarak damgalıyor, bu da onları yoksul sınıflardan giderek daha fazla uzaklaştırıyor.
Sağın yozlaşmış seçkinlere karşı halkın savunucuları olarak sunulması, sağın değişmez bir unsurudur. Bu değerlendirmede belirli bir haklılık payı mevcuttur. Zira Batı demokrasileri bugün işlememektedir. Kudretli lobiler, siyaset üzerinde sıradan vatandaşlardan çok daha fazla etkiye sahiptir. Dolayısıyla, sol liberallerin, tüm demokratların “demokrasinin sağcı düşmanları” karşısında birleşmesi gerektiğine dair nutukları, liberal solun politikalarından zarar görmüş olan halk kesimlerinin kulaklarında ikiyüzlü ve gerçekle çelişen bir tür gevezelik olarak çınlıyor. Oysa esasında aşırı sağ partiler, tam da müesses nizam ve diğer tüm partiler tarafından nefret ediliyor oldukları için güçleniyorlar.
Yine de vatandaşların çoğunluğu, sol liberallerin fikirlerini reddetmelerine rağmen, sosyo-ekonomik açıdan solcu. Örneğin, Der Spiegel’in bir anketine katılanların %73’ü yüksek gelirliler için vergilerin artırılması ve düşük gelirliler için azaltılması gerektiğine inanıyor, %60’ı servet vergisi getirilmesi çağrısında bulunuyor. Bu nedenle, sağın çağının başladığından söz edemeyiz.
Çoğunluk sağcı değil, ancak sosyo-ekonomik açıdan inkâr edilemez bir şekilde solcu olan bu çoğunluğa hitap etmekte başarısız olan sol liberallere güvenmiyor, onların kendisini hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor. Liberal olmayan tutumların bu insanları sağa oy vermeye yönlendirebileceği fikri de temelsiz: Almanya’da vatandaşların %95’i, eşcinselleri koruyan bir yasanın doğru olduğuna inanmaktadır.
Nüfusun büyük çoğunluğu gericilerden ve ırkçılardan oluşmuyor, ancak kamuoyunun dikkatinin odağında, her daim ve sadece azınlıkların ve bazen de küçük azınlıkların yaşam projelerinin durmasından rahatsız. Çoğunluk milliyetçi bile değil, ancak ulus devletin refah devletinin hayatta kalmasını garanti edebileceğini düşünüyor.
Sağın çağının başladığı iddiası, sağcı olmayı, onu geleneksel olarak karakterize eden özellikler temelinde değil, sol liberal ideolojinin reddi temelinde ölçtüğü, böylece nüfusun geniş kesimleri tarafından paylaşılan konumları sağcı olarak damgaladığı için devasa bir aldatmacadan ibarettir.
Sol liberallerin sağa karşı kültür savaşı bu fikri destekliyor. Üsluplar ne kadar saldırgan olursa ve ne kadar keskin pozisyonlar sağcı olarak tanımlanırsa, muhatabına etik düzeyde hakaret etmeyen veya onu küçümsemeyenlere o kadar fazla sempati duyulacaktır.
Özellikle iki konu bumerang etkisi yarattı: göç politikası ve iklim değişikliği.
Göç söz konusu olduğunda, pek çok kişi, çok büyük göç akışlarının sonuçlarını bizzat kendileri tecrübe etmiştir. İklim değişikliği konusunda, Gelecek için Cumalar hareketi ve sol liberaller, iklim tartışmasını bir yaşam tarzı tartışmasına dönüştürdüler. Karbon vergisi önerisini her şeyin merkezine koydular. Sonuç olarak, Alman hükümetinin iklim paketi, dizel, elektrik ve benzin fiyatlarındaki artışla birlikte alt orta sınıfı ve yoksulları aşırı bir şekilde etkiledi. Aynı önlemlerin “sarı yelekliler” protestosunun fitilini ateşlediği Fransa’da da benzer gelişmeler yaşandı.
Yarın korkusu, nüfusun geniş kesimleri arasında yayılıyor. Sol liberaller, sosyo-ekonomik açıdan solcu olan çoğunluğu bölen ve diploması olanlarla olmayanlar arasında düşmanlık duvarları ören kültür savaşlarıyla bu korkunun yayılmasına katkıda bulunuyorlar. Burada amaç, anti-liberal çoğunlukların siyasi çoğunluğa dönüşmesini önlemek.
Sağın çağı başlamış değil. Toplumun sağa sürüklendiğinden de söz edilemez. Ortada sadece sol liberallerin davranışlarına bağlı olarak güç ve nüfuz kazanan kimi sağcı partiler var.
Wagenknecht, kitabının ilk bölümünü şu sözlerle bitiriyor:
“Ancak sol, yalnızca giderek artan sayıda daha az varlıklı ikinci sınıf üniversite mezunlarını değil, aynı zamanda işçilerin, hizmet sektörü çalışanlarının ve geleneksel orta sınıfın toplumsal çıkarlarını ve değerlerini de ele alan inandırıcı ve ilerici bir dil, ikna edici bir program sunana kadar, bu kesimlerden giderek daha fazla seçmen, siyasi yelpazenin sağ tarafına sığınacak. Bu durumda, bu seçmenlerin bir kısmı, o sığınılan yerdeki kişiler gibi konuşmaya ve düşünmeye başlayacak.”
Sonuç
İtalya, Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri, Sahra Wagenknecht’in Almanya’yla ilgili aktardığı özelliklere sahiptir. Avrupa genelinde sol, refah devletinin ortadan kaldırılması, güvencesizlik, dış kaynak kullanımı ve hepsinden önemlisi, ücretleri büyük ölçüde azaltan küreselleşme ile sonuçlanan toplumsal değişimleri destekleyen ana siyasi güç olması sebebiyle seçimler düzleminde epey zayıfladı. Sonuç olarak, soldaki pek çok kişi de dâhil olmak üzere seçmenler, İtalya’da 2022’deki son genel seçimlerde 2018’e kıyasla dokuz puan daha fazla paya sahip olarak %36’lık orana ulaşan çekimserler kovuğuna ya da aşırı sağa sığındı.
Sahra Wagenknecht’e göre aşırı sağ partiler, üyeler olmasa da seçmenler için yeni işçi partileri hâline geldiler. Wagenknecht’in sözlerini, Draghi hükümetini desteklemeyen tek parti olarak seçmenlerin önemli bir bölümünün memnuniyetsizliğinden ve öfkesinden yararlanabilen İtalya’nın Kardeşleri isimli partinin tutum ve politikaları doğruluyor.
Demokrat Parti, Avrupa’daki diğer sosyal demokrat partiler gibi, yıllardır, Wagenknecht’in kitabında kınanan sol liberalizmi temsil ediyordu.
İtalya’da Beş Yıldız Hareketi, bir süredir seçmenlerin memnuniyetsizliğine ve öfkesine bir cevap sunuyordu. Bununla birlikte, tanımlanmış bir programın ve yeterli siyasi personelin olmaması, hepsinden önemlisi, İtalya’da Beş Yıldız Hareket’in Draghi hükümetine katılımı, bu Hareket’in güvenilirliğini sarstı ve bu güvensizlik, ancak Schlein’ın Demokrat Parti’si ile kucaklaşma ve Demokrat Parti’nin egemen olduğu, Prodi’nin geçmişindeki talihsiz seçimleri tekrarlayacak bir merkez solun yeniden inşası ile daha da azaltılabilecek bir şeydi. Ne de olsa, İtalya’da Schlein ve Meloni, savaştan başlayarak birçok konuda birbirlerinden çok uzak değillerdi. Her ikisi de NATO ile mükemmel bir uyum içinde ve Ukrayna’ya destek vermenin yanı sıra silah gönderme fikrinden yana.
Her ne kadar yeni kentli iyi okumuş mezunlar sınıfı, İtalya’da muhtemelen Almanya’dakinden daha az yaygın olsa da, İtalyan Demokrat Parti’den Yeşiller’e kadar İtalyan solunun toplumsal ve politik tabanını teşkil etmeye devam ediyor. Aynı şekilde, sol liberalizm, Schlein’in partiye dayattığı makyaja rağmen, Demokrat Parti’de baskın ideoloji olma vasfını hâlen daha koruyor.
Bu bahsini ettiğimiz nedenlere bağlı olarak, Wagenknecht’in kitabı, kökenleri açısından tümüyle tersyüz edilmiş olan sol kategorisinin radikal bir üslupla yeniden tanımlanması gerektiği, kafa karışıklığının hüküm sürdüğü bir aşamada sola yön verilmesi noktasında faydalı olabilecek bir araçtır.
