Zan Tao: Erdoğan’ın Türkiye Yüzyılı Görüşleri
Türkiye’yi Daha İyi Anlamak İçin Yeni Teoriler İnşa Etmeliyiz
Prof. Zan Tao, Pekin Üniversitesi’nde Türkiye Araştırmaları Direktörüdür ve Türkiye üzerine çok sayıda kitabı ve akademik makalesi vardır

Günümüz dünyasında, Latin Amerika dışında, bir asrı aşkın süredir modern egemen devlet olarak varlığını sürdüren çok fazla Batı dışı ülke yoktur. Bu ülkeler arasında, Türkiye Cumhuriyeti, en erken bağımsızlığını kazanmış Batı dışı ülkelerden biri olarak genel kabul görmektedir. Bu karşılaştırma, Türkiye Cumhuriyeti’nin dünya tarihindeki konumunu küresel bir perspektiften (özellikle son zamanlarda daha sık gündeme gelen Küresel Güney bağlamında) anlamamıza imkân tanır. 2023 yılı, Türkiye Cumhuriyeti’nin (1923–2023) kuruluşunun 100. yıldönümüdür. Cumhuriyet Bayramı’nda Türkiye’de büyük kutlamalar yapılmıştır. 2023 aynı zamanda Türkiye’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün (1881–1938) ölümünün 85. yıldönümüdür. Salgın sonrası yıl olan 2023’te, bir tatil döneminde Türkiye’de bir aydan fazla süre saha araştırması yaptım ve Kasım 2023’te Pekin Üniversitesi yönetimiyle birlikte Atatürk’ün ölüm yıldönümüne denk gelen bir Türkiye ziyareti gerçekleştirdim. Bu da yüz yıllık Türkiye’ye dair kişisel anlayışımı daha da derinleştirdi.
Yüz yıl önce Türkiye halkı, Osmanlı İmparatorluğu’nun (1299–1922) enkazı üzerinde yeni bir cumhuriyet kurdu ve eski başkent İstanbul’a bağlı kalmama kararı alarak, Anadolu platosunun ortasında neredeyse sıfırdan başlayarak yeni başkent Ankara’yı inşa etti. Geçen yüzyıl boyunca siyasi merkezin bu şekilde kaydırılması, bugünkü Türkiye’yi önemli ölçüde etkilemeye devam etti. Son yıllarda başkent Ankara’nın sürekli büyümesinden ülke genelindeki altyapının genel iyileştirilmesine, Cumhuriyet Anıtı’nın yer aldığı Taksim Meydanı’na bir cami inşa edilmesinden Ayasofya’nın camiden müzeye, ardından tekrar camiye dönüştürülmesine kadar, yüz yıllık Türkiye’de pek çok değişimi gözlemlemek mümkündür. Bu dışsal değişimler somut tezahürlerdir ve hem ülke içinde hem de uluslararası alanda çeşitli derecelerde etkiler yaratmaktadır. Bugün “Türkiye’nin Yüzyılı” hakkında konuşurken bu bariz değişiklikleri göz ardı edemeyiz; aynı zamanda bunları tarihsel olarak ve çoklu bakış açılarından değerlendirmemiz gerekir.
1. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yüzüncü Yıl “Mesajı”
Yüz yıl boyunca yaşanan değişimleri gözlemlerken, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın (1954–) Cumhuriyet’in 100. yılı dolayısıyla yaptığı açıklamaları da dikkate almak gerekir. Uzmanlara göre Erdoğan, 2023’te Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle iki önemli açıklama yaptı. Bunlardan biri, önceki yıllarda video formatında yayınlanan ve tören öncesi bir ısınma konuşması işlevi gören, bu yıl ise yazılı basın açıklaması olarak dağıtılan bir “mesaj” idi. Diğeri ise liderin resmî “hitabı” idi. Bu metinler genellikle uzun değildir ve her yıl Cumhuriyet Bayramı’nda yapılır. Geriye dönüp bakıldığında, Cumhuriyet Bayramı konuşmalarının özel örneklerinden biri, 2016’daki “askeri darbe girişimi”nin (15 Temmuz darbe girişimi) yaşandığı yıl olan 93. yıldönümünde yapılmıştı. Türkiye’yi yakından tanıyanlar o dönemde odak noktasının daha çok Gülen hareketi olduğunu hatırlayacaktır. 2023’teki yüzüncü yıl ise çok daha anlamlı bir dönemeçtir ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği mesajlar, Türk hükümetinin yüzüncü yıla dair tarihsel konumlandırmasını yansıttığından dikkatle incelenmelidir. Elde edilen bulgulara göre, kamuoyunda “mesaj”ın, resmî hitaptan daha fazla yayıldığı görülmektedir; muhtemelen basın açıklaması olarak hazırlanmış olması nedeniyle medya tarafından daha fazla paylaşılmış ve alıntılanmıştır. Bu nedenle analizimiz esas olarak “mesaj” üzerine odaklanacaktır.
İlk olarak, Erdoğan, Cumhuriyet’in 100. yılını “şanlı tarihimizin dönüm noktası” olarak tanımlamıştır.
İkinci olarak, Erdoğan konuşmasında defalarca Türkiye’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ten bahsetmiştir. Bu da Erdoğan gibi güçlü liderlerin hâlâ Atatürk’ün tarihsel etkisi altında olduğunu göstermektedir. Erdoğan, 20 yılı aşkın iktidarında dışarıdan artan otoriterlik eleştirilerine ve kişisel imaj inşasına yönelttiği çabalara rağmen, bir dönem Atatürk ve Erdoğan’ın portrelerinin yan yana sergilendiği dev ekranlar ve afişler görülmüştür. Bazı Batılılaşmış Türk entelektüellere göre Erdoğan’ın en büyük rakibi Gülen hareketi ya da Kürtler değil, Mustafa Kemal’dir. Erdoğan’ın 12 yıl önce önerdiği “Yüzyıl Vizyonu” üzerine düşünüldüğünde, onun en büyük sınavı kendisini artık Atatürk’ün gölgesinde olmayan özgün bir lider olarak konumlandırmak olabilir. Şimdilik bu oldukça zor görünmektedir. Türkiye’deki akademisyenlerle yapılan görüşmelerde, gerçek Atatürk ile abartılı hayranlıkla yaratılmış mitolojik Atatürk arasında bir fark olduğu ve Erdoğan’ın da Atatürk’ün bir gölgesi olarak görüldüğü yönünde ortak bir kanaat vardır. Diğer bir görüş ise Erdoğan ile Atatürk arasında esaslı bir fark olmadığını savunur. Temmuz–Ağustos 2023’te gerçekleştirdiğim saha araştırmalarında, Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra muhalefet destekçilerinin yaşadığı hayal kırıklığı açıkça görülüyordu—bu hayal kırıklığı Erdoğan’a karşı başarısız olmaktan çok, kendi saflarındaki başarısızlığa duyulan öfkeydi. Örneğin, altı büyük partiden oluşan muhalefet ittifakı Mayıs 2023 seçimlerinde başarısız oldu. Yenilgi resmiyet kazanmadan bile önce iç çekişmeler ve suçlamalar başlamıştı. Bu durum halkta ve aydınlarda büyük bir düş kırıklığı yarattı. Bu da Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik sert eleştirilerle ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içinde genç kuşağın başkaldırısıyla sonuçlandı; hatta bazı görüşler Erdoğan’a destek vermeye yöneldi.
Üçüncü olarak, Erdoğan konuşmasında Türk tarihini anlatırken bin yıllık bir anlatı birimi kullandı. Daha önce Erdoğan döneminde önerilen üç düzeyli “Türk Rüyası” üzerine çalışmıştım: ilki 2023 Cumhuriyet’in 100. yılı vizyonu; ikincisi, 2053 (İstanbul’un fethinin 600. yılı); üçüncüsü ise 2071 yılında gerçekleşmesi hedeflenen “bin yıl” vizyonudur—bu, Selçukluların 1071’de Bizans’a karşı kazandığı zaferin anılmasıyla ilişkilendirilir. “Bin yıl rüyası” kavramı ilk kez 2011’de ortaya atılmış ve Alp Arslan’ın liderliğindeki Selçuklulara açıkça atıfta bulunmuştur. Tarihsel olarak Selçuklular, ilk başta Mısır merkezli Şii Fatımi Halifeliği’ni fethetmeyi hedeflemişlerdi—Bizans ile doğrudan mücadele etme niyetleri yoktu. Ancak Türk tarihi açısından Bizans’a karşı verilen mücadelenin etkisi, Mısır’ın fethinden daha büyük olmuştur. Erdoğan’ın resmî tarih anlatısı sıklıkla bu bin yıllık rüyayı vurgular; günümüz perspektifinden bakıldığında bu artık uzak bir hedef değildir. Erdoğan “mesajında”, Türkiye’nin yüz yıllık başarılarını anlayabilmek için Selçuklular’dan Osmanlı’ya, oradan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bin yıllık bir ulusal yolculuk bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Dördüncü olarak, Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Forsu’ndaki 16 yıldızla simgelenen 2200 yıllık devlet geleneğine atıfta bulunmuştur. Forsun tasarımı zaman içinde çeşitli biçimlerde değişmiştir. Ortadaki güneş Türkiye Cumhuriyeti’ni simgeler ve 16 yıldız, resmi olarak Selçuklu egemenliği altındaki 16 beyliği ifade eder. Ancak 1960–80 yıllarında Turancılar tarafından Hunlar’dan Osmanlı’ya uzanan 16 Türk devletini simgelediği şeklinde yeniden yorumlanmıştır—bu da klasik bir Turancı anlatıdır. Dolayısıyla Erdoğan’ın 2200 yıllık siyasal tarih vurgusu bu yoruma dayanmaktadır. Günümüzde Turancılık tartışmaları daha çok Sincan (Doğu Türkistan) ekseninde yapılsa da, Türkler için en öncelikli mesele bu değildir. Onlar için asıl mesele Kuzey Kıbrıs’ın uluslararası alandaki statüsüdür. 2021 Kasım’ında Türkiye öncülüğünde kurulan Türk Devletleri Teşkilatı’nın (TDT) önemli hedeflerinden biri, Kuzey Kıbrıs’ın uluslararası tanınırlığını sağlama hedefi olmuştur. 2023’teki Kuzey Kıbrıs ziyaretimde, bölgenin Türkiye ile ne denli iç içe olduğunu bizzat gözlemledim—Türkiye’den Kuzey Kıbrıs’a yapılan seyahat, adeta yurt içi seyahat gibiydi. Erdoğan’ın yüzüncü yıl mesajı, Turancı bir tını taşımaktadır. 2200 yıllık yönetim tecrübesine yaptığı vurgu, geleneksel devlet anlayışına olan bağlılığını ve bunun göçebe halkların tarihsel karakteriyle bağlantısını ortaya koymaktadır. Göçebe halklar birçok devlet kurmuş ve geniş topraklar fethetmişlerdir; bu tarihsel bakıştan, modern Türk siyasal elitlerinin ulusal dirilişe dair tavrı ve özlemleri anlaşılabilir.
Beşinci olarak, Erdoğan, AK Parti’nin 22 yıllık iktidarı süresince elde edilen önemli başarıları vurgulamıştır. “Cumhuriyetimizi muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkaracak adımlar attık,” demiştir. “Muasır medeniyet seviyesi” ifadesi, her eğitimli Türk’ün ders kitaplarından bildiği bir kavramdır—Atatürk’ün çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma hedefiyle ilişkilidir ve o dönemde Batı uygarlığını, özellikle Avrupa’yı ima eder. Bugün Erdoğan, çağdaş uygarlığın ötesine geçmekten söz ederek, yeni bir konumlanmaya işaret etmekte ve geçmiş yüzyılın sorunlarının aşılacağına, ulusal gücün artacağına dair özgüvenli bir inancı yansıtmaktadır. Ayrıca demokrasi, ekonomi, güvenlik, yargı, eğitim, sağlık, tarım ve diplomasi gibi alanlardaki büyük reformları sıralamıştır. Bunlardan en önemlisi, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiştir. Bu reform, bugün Erdoğan’ın meşruiyetinin kurumsal temeli haline gelmiştir ve tarihsel bir başarı olarak sunulmaktadır. Erdoğan, bu sistemi Atatürk’ün “tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız egemenlik” sözüyle ilişkilendirerek cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin meşruiyetini bu temele dayandırmaktadır.
Altıncı olarak, Erdoğan konuşmasında mazlumlara duyulan ilgiyi vurgulamıştır. 2023’teki İsrail–Hamas çatışması sırasında Türkiye’nin zayıf olanı koruma değerini öne çıkarmış ve Atatürk’ün “kimsesizlerin kimsesi” ifadesini alıntılamıştır. Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin savunmasızların koruyucusu olduğunu ima etmiştir. 1970’lerden bu yana Arap–İsrail meselesi, daha çok Filistin–İsrail çatışması yönünde evrilmiş, ardından Hamas–İsrail çatışmasına dönüşmüştür. Türkiye’nin bu konudaki pozisyonu zaman içinde değişmiştir. 1947’de BM’nin İsrail’in kuruluşunu tanıyan 181 sayılı kararını Türkiye desteklemiş ve İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülkelerden biri olmuştur. Uzun süre mezhep (Sünni–Şii) meseleleri ya da Filistin–İsrail meselelerine doğrudan müdahale etmeyen bir politika izlenmiştir. Ancak Erdoğan döneminde, özellikle Arap ülkelerinin etkisinin zayıflaması ve meselenin marjinalleşmesiyle birlikte, Türkiye daha aktif bir duruş benimsemiştir. 2010’daki Mavi Marmara olayı bu bağlamda tipik bir örnektir—bu olay Türkiye–İsrail ilişkilerinde bir kopuşa yol açmış, ABD arabuluculuğuyla, İsrail’in özrü ve tazminatıyla yeniden düzeltilmiştir. Doğu Akdeniz’deki doğal gaz rekabeti de gerilimi artırmıştır. Mevcut (Ekim 2023) çatışma öncesinde Türkiye–İsrail yakınlaşması bölgesel yumuşamanın bir parçasıydı. Ancak çatışma başladıktan sonra Türkiye sert bir tutum benimsemiştir: Mısır’la birlikte üç günlük yas ilanı, insani yardım gönderimi ve uluslararası düzeyde İsrail’e karşı sert açıklamalar. Erdoğan “mesaj”ında İsrail adını doğrudan anmasa da resmî hitabında şöyle demiştir:
“Bugün Filistin ve Gazze konusunda da aynı net duruşu sergiledik… Gazze halkına yardım için çaba gösteriyoruz. Tarih bilinci olmayanlar, Atatürk’ün verdiği mücadeleyi anlamayanlar veya Cumhuriyet’in neden kurulduğunu kavrayamayanlar farklı niyetler taşıyabilir. Ancak biz dün Filistin’e desteğimizi ifade ettik ve bu toplantıyla bağımsızlık ve geleceğimizi koruma kararlılığımızı gösterdik. Atatürk Havalimanı’ndaki büyük birliktelik sayesinde, Cumhuriyet’in 100. yılında Gazi Mustafa Kemal’in ruhunu yaşattık. Bundan sonra da kimsesizlerin kimsesi olmaya, hiçbir ayrım gözetmeden onların yanında durmaya devam edeceğiz.”
Erdoğan, Atatürk’ün “kimsesizlerin kimsesi” sözünü defalarca alıntılayarak, Türkiye’nin sadece yurt içinde değil, küresel ölçekte de mazlumları koruma ilkesine bağlılığını vurgulamıştır. Ayrıca Türkiye’nin düşmanca güçlere aldırmaksızın Türk Rüyası’nı daha görkemli ve büyük kılma kararlılığını ifade etmiştir. Dikkate değer bir diğer husus, Erdoğan’ın terörü emperyalist bir araç olarak nitelendirmesidir. Türkiye’nin tarih boyunca dış müdahalelere ve toprak tehditlerine maruz kaldığını, ancak ilahi koruma altında “Türkiye’nin Yüzyılı” rüyasını mutlaka gerçekleştireceğini belirtmiştir.
Erdoğan’ın yüzüncü yıl “mesajı” ile ilettiği temel mesajlar bunlardır. Türkiye üzerine çalışan bir Çinli araştırmacı için bu belgeyle başlamak, ülkeyi yüzüncü yılında anlamanın önemli bir yoludur.
2. Bölgesel ve Küresel Düzen Perspektifinden Yüzüncü Yıl Türkiye’si
Tarihsel bir bakış açısından bakıldığında, Erdoğan Selçuklulardan Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanan tarihsel ilerlemeye değinmiştir. Selçuklular esas olarak Avrupa’daki Haçlı Seferleri’ne karşı bir direniş gücü olarak işlev görürken, Osmanlılar İslam medeniyetinin kurtarıcısı olarak değerlendirilmiştir. Philip Hitti’nin görüşüne göre, Araplar tarafından temsil edilen İslam medeniyeti, 1258 yılında Moğollar tarafından neredeyse yok edilmiştir. Orta Doğu’da İslam medeniyetinin gerçek anlamda yeniden doğuşu, Osmanlı döneminde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu tarihi bir bütün olarak incelediğimizde, Türklerin Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarından ya da “Yeni Osmanlıcılık” olarak adlandırılan yaklaşımlardan söz etmeleri, yalnızca Türkiye’nin iç meseleleriyle ilgili olmayıp, aslında tüm bölgeyi ve İslam medeniyetini ilgilendirmektedir.
Türk ulusal tarihi Selçuklu dönemine kadar götürülebilir; bazı anlatılar ise 2200 yıl öncesine, Hunlara kadar uzanır. Ancak Selçuklu dönemi özellikle önemlidir çünkü Orta Doğu’da somut ve belgelenmiş Türk tarihsel mirası, Bağdat’taki halifenin 1055’te Selçuklu denetimine geçmesi ve sultan unvanının alınması ile 1071’deki Malazgirt Savaşı olmak üzere iki olayla somutlaşır. Anadolu’nun uzun medeniyet tarihine kıyasla, 11. yüzyıl kayıtları oldukça geçtir; bu nedenle Türkiye’nin 1071 öncesi dönemle ilişkisini yeniden kurması gerekmektedir. Günümüzde Türkiye, hem Anadolu’nun daha geniş medeniyet mirasını sahiplenmeye çalışmakta hem de Selçuklu ve eski Türk tarihini modern ulus-devlet anlatısına dâhil etmeye uğraşmaktadır. Ayrıca (Yeni) Osmanlıcılık üzerine yapılan araştırmalar çoğunlukla Batılı bakış açısından esinlenmekte, Osmanlı hâkimiyetinde bulunmuş bölge ülkelerinin perspektiflerini ihmal etmektedir. Bu alanda Arapça bilen ve Orta Doğu üzerine çalışan genç Türk araştırmacılar dikkate değer çalışmalar yapmaktadır.
Arap ülkeleri açısından bu konu karmaşıktır. Bir yandan Arap milliyetçiliği, Osmanlı mirasını açıkça reddeder. Öte yandan İslamcı bakış açısından Osmanlı İmparatorluğu, İslam medeniyetinin canlandırıcısı olarak kabul edilmektedir. Özellikle El Cezire gibi medya organlarında Osmanlı tarihine dair görece olumlu bir bakış öne çıkmaktadır. Dolayısıyla bazıları Osmanlı mirasını öne çıkarmanın Türkiye açısından diplomatik bir hata olduğunu, diğer ülkeleri rahatsız edebileceğini savunsa da, gerçek tablo bu kadar siyah-beyaz değildir. Özellikle Filistin-İsrail çatışmasının son dönemde yeniden tırmanmasıyla birlikte, bazı Arap ülkelerinin “kardeşlerini” koruyamaması nedeniyle kamuoyunda Yeni Osmanlıcı duygular yükselebilir. Erdoğan bunun çok iyi farkındadır—Filistin meselesindeki uzun süreli İsrail karşıtı tutumu bu duruma bir örnektir. Tarihsel olarak bakıldığında, Filistin meselesi dahi Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı güçlerce yıkılması sonucu ortaya çıkmıştır. Her hâlükârda, Araplar ile Türkiye arasındaki ilişki Osmanlı geçmişinden bağımsız düşünülemez.
Bugün modern Türkiye hakkında yapılan yüzyıllık değerlendirmeler genellikle Birinci Dünya Savaşı ile başlar; bu savaş, modern Türkiye’nin ortaya çıkışının zeminini hazırlamıştır. Örnek olarak, Suudi Arabistan’daki Medine yakınlarında yer alan, T. E. Lawrence’ın (“Arabistanlı Lawrence”, 1888–1935) bir dönem yaşadığı ev gösterilebilir. Binada “Burası Lawrence’ın evidir. Arapların Türklere karşı direnişine yardım etmiştir.” yazılıdır. Bugünkü Türkiye ve Arap devletlerinin şekillenmesini sağlayan, aslında Birinci Dünya Savaşı’dır.
Yüz yıllık Türkiye’yi ele alırken—ister günümüz ister 100 yıl öncesi olsun—küresel düzenin göz önünde bulundurulması gerekir. Günümüz küresel manzarasında küreselleşmenin gerilemesi ve Çin–ABD ilişkilerinde tarihsel bir dönüşüm söz konusudur. Son yıllarda, “ara güçler ve orta büyüklükteki ülkelerin” yükselişi daha görünür hale gelmiştir. Türkiye, bu eğilimin en belirgin temsilcisi sayılabilir. Diğer örnek verilen ülkeler, Türkiye’nin ölçeği, statüsü ve etkisine sahip değildir. Örneğin, Brezilya yüzölçümü bakımından daha büyük olabilir; ancak küresel jeopolitik hâlâ Avrasya merkezli olduğu için Brezilya bir jeopolitik güç değildir. Çin’in küresel düzen ve ara güçlere yönelik perspektifinden bakıldığında, ülkeler nüfus ya da milli gelir büyüklüğü gibi kriterlerle değil, jeopolitik niteliklerine göre değerlendirilir. Bu bağlamda Türkiye—Akdeniz ile Karadeniz arasındaki boğazlara hükmetmesiyle—jeopolitik açıdan açıkça kilit bir aktördür. Bu durum, Rusya–Ukrayna bağlamında ekonomi ve enerji alanlarında da belirgindir. Karadeniz lojistiği ya da kara tabanlı enerji boru hatlarında olsun, Türkiye kritik bir geçiş ülkesidir. Avrasya jeopolitiğindeki mevcut değişimlerle birlikte, Türkiye’nin stratejik önemi artmaya devam etmektedir. Bu nedenle Türkiye’yi—ister geçmiş ister bugünkü hâliyle—incelerken sadece iç dönüşümlere değil, çevresindeki yapısal değişimlere de dikkat etmek gerekir.
Uzun yıllar boyunca iki Batılı ideoloji—liberalizm ve milliyetçilik—düşüncelerimizi şekillendirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun değerlendirilmesinde de genellikle çöküşü, Avrupa’yı yüzyıllarca meşgul eden “Şark Meselesi”nin çözümü olarak görülmüştür; bu nedenle Avrupalılar, Osmanlı’nın yıkılmasını doğal olarak memnuniyetle karşılamışlardır. Osmanlı egemenliğinde bulunan pek çok ulus bağımsızlığını kazanmış ve ulusal anlatılarında Osmanlı’ya olumlu bir yer vermemiştir. Bu durum Türkiye için de geçerlidir: Osmanlı nasıl hatırlanmalıdır? Modern ulus-devletin bağımsızlık mücadelesiyle Osmanlı mirası nasıl bağdaştırılmalıdır? Bunlar karmaşık meselelerdir. Günümüz Türkiye’sinde Osmanlı sembollerinin yeniden canlanması, özellikle dış politikada, genellikle “Yeni Osmanlıcılık” olarak tanımlanmakta—bu ise çoğunlukla Batılı ve Arap yorumcular tarafından yeniden canlandırmacı bir niyet olarak yorumlanmaktadır. Oysa bu, Türkiye’nin jeopolitik çevresindeki etkisini yansıtmaktadır.
Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, Orta Doğu’daki parçalanmanın ve kaosun da temel nedenidir. Bu bir nostalji değil, nesnel bir gözlemdir. 20. yüzyılın iki “barut fıçısı” olan Balkanlar ve Orta Doğu, Avrupa’nın sömürgeci-emperyalist yayılması ve Osmanlı devletinin tasfiyesiyle ortaya çıkmıştır. Bugün fark yaratan, Türkiye’nin bu miras yapısı içindeki rolünün ve gücünün son yirmi yılda artmasıdır. Bu, yüzüncü yıl Türkiye’sinin jeopolitik bağlamında önemli bir dönüşüme işaret eder. İmparatorluğun çöküşünün ardından Türkiye, birçok yeni devlet gibi, kalabalığın içinde kaybolmuş; Osmanlı’nın gücü ve tehdidi ortadan kalkmıştır. Ancak bugün, bir yüzyıl sonra, Türkiye Cumhuriyeti bölgesel bir güç olarak yeniden sahneye çıkmıştır. Hem kısmen bir Balkan devleti hem de bir Orta Doğu devletidir; bu iki eski Osmanlı bölgesinin kıyısında ve kesişiminde konumlanmaktadır. Geçmişte Osmanlı merkezdi; Balkanlar ve Orta Doğu ise onun kanatlarıydı. Dolayısıyla jeopolitik dönüşüm açısından: bir yüzyıl önce, Osmanlı merkezi parçalanmış ve iki bölge—Balkanlar ile Orta Doğu—oluşmuştur; bir yüzyıl sonra ise, modern Türkiye bu iki bölgenin kıyısında ve kavşağında yeniden ortaya çıkmaktadır. Türkiye’yi jeopolitik ve küresel bağlamda anlamak, bu özgün yapısal değişimi fark etmeyi gerektirir.
Dolayısıyla Erdoğan dönemindeki Türkiye’nin yükselişi, Avrupa ve Orta Doğu için yeni bir jeopolitik değişken niteliğindedir. Çin’in bakış açısından bu, ara gücün yükselişi olarak değerlendirilir; yerel jeopolitik açısından ise bu, yeni bir tarihsel olgudur. Bir ölçüde yanıtlar Osmanlı tarihinde aranmalıdır. Yeni Osmanlıcılık tartışmalarının arka planında, Arapların, Avrupalıların ve Türklerin ortak ve hâlâ canlı olan tarihsel deneyimi ve hafızası yer alır. Çinli gözlemciler için bu, Yuan, Ming ya da Qing hanedanlarından farksız görünebilir; ancak bölge halkları için Osmanlı hâlâ günümüz gerçekliklerinin merkezindedir.
Günümüzde Osmanlı sonrası Orta Doğu ile Balkanlar/Doğu Avrupa, 21. yüzyılın en büyük çatışmalarının yaşandığı bölgelerdir: Rusya–Ukrayna savaşı ve İsrail–Hamas çatışması. Yüzüncü yıl Türkiye’si, bu jeopolitik yapının içinde konumlanmaktadır. Erdoğan döneminde, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, Türkiye Avrasya’nın bu hassas jeopolitik sahasında bölgesel bir güç haline gelmiştir. Bu nedenle her iki çatışmada da önemli roller üstlenmektedir.
Türkiye’nin jeopolitik yükselişi aynı zamanda bağımsız ve egemen bir devletin yükselişidir—modern bir ulus-devlet kimliğinin vurgusudur. Orta Doğu ve Doğu Avrupa/Balkanlar’daki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’nin en büyük avantajı devlet yönetme kapasitesidir—yalnızca askerî güç değil, aynı zamanda birçok Avrupa ülkesinde olmayan güçlü bir kitle partisi olan AK Parti’ye sahip olmasıdır. Eğer Türkiye Avrupa’nın bir parçası sayılırsa, AK Parti belki de Avrupa’daki tek gerçek kitle partisidir. Avrupa’daki partilerin çoğu—sol, sağ, çevreci, toplumsal cinsiyet odaklı ya da neo-Nazi eğilimli—çoğunlukla niş gruplardır. Yüzyıllık perspektiften bakıldığında, Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik uzun süredir taşıdığı umut artık giderek sönmektedir—bu durum, elli, yirmi ya da hatta on yıl öncesiyle keskin bir zıtlık oluşturmaktadır. Bu da Türkiye’nin küresel ve Avrasya jeopolitik çerçevesi içinde anlaşılması gerektiğini açıklar.
Erdoğan dönemine ait iki önemli belgeyi inceledik: “Yüzyıl Vizyonu” ve AK Parti’nin 2023 seçim beyannamesi. Yüzyıl Vizyonu’nun 2023 yılına kadar Türkiye’yi dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına sokma hedefi gerçekleşmemiştir, ancak bir vizyon olarak fazla tartışma yaratmamıştır.
Yüzyıl Vizyonu, ulusal kalkınmanın tüm yönlerini kapsar. Kemalist dönem ötesinde bu hedef ve metinlerin analiz edilmesi günümüzde elzemdir. Bunlar arasında yeni anayasa, laiklik tanımı, ekonomik hedefler, küresel ilişkiler ve yeni bir jeopolitik bakış yer alır. Türkiye açısından Stratejik derinlik artık yalnızca Orta Doğu’yu değil, Balkanlar, Kafkasya, Afrika ve Orta Asya’yı da kapsamaktadır. Akademisyenler bu tarihsel bağlantılara yapılan vurgunun Yeni Osmanlıcılık yansıması olduğunu belirtmiştir. Orta Asya ile dil, din ve etnik bağlara yapılan vurgu (Pan-Türkizm) da bu vizyonun bir parçasıdır. Dolayısıyla Erdoğan’ın yüzüncü yıl konuşması bu tınıyı taşımaktadır; çünkü bu vizyonun içine yerleştirilmiştir. Bu vizyonda Orta Asya ile üst düzey ilişkiler ve Afrika ile stratejik ortaklıklar önerilmiştir—bunlar on yıl öncesine dayanan pozisyonlardır. AB bağlamında, vizyon tam üyelik hedefini sürdürürken, Avrupa’nın sunduğu “özel üyelik” gibi aşağılayıcı statüleri reddetmektedir. Ayrıca Türk kamuoyunun AB’ye olan güven kaybı da not edilmiştir. Yüzyıl önce Türkiye’de Batılılaşma, Avrupa ile bütünleşmek anlamına geliyordu; bugün ise AB üyeliği artık bir öncelik değildir—bu da yüzüncü yıl Türkiye’sindeki bir diğer önemli değişimdir.
Nisan 2023’te, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında AK Parti seçim beyannamesini yayımladı: “Türkiye Yüzyılı İçin Doğru Adımlar”. İngilizce çevirisiyle genellikle “Türkiye Yüzyılı Bildirgesi” olarak anılmaktadır. Bu bildiri altı bölüme ayrılmıştır: afet yönetimi, sosyo-politika, dış politika, ulusal güvenlik, ekonomi ve diğer alanlar. Yüzyıl Vizyonu’na kıyasla bu bildirge, dış politika stratejisine daha fazla vurgu yapar—Türkiye’nin bölgesel ve küresel meselelerdeki rolüne dikkat çeker ve etkili, bağımsız, dinamik ve güçlü bir Türk ekseni çağrısında bulunur. Bu da güçlü kurumlar (devlet kapasitesi), kapsamlı diplomasi ve her tehdidi karşılayabilecek caydırıcı bir ordu kurma hedeflerini içerir. Bunlar Türkiye’nin gelecek yüzyıldaki temel hedefleridir.
Kurumsal olarak bildirge çok taraflılığa dayanmayı vurgular—bu, Soğuk Savaş sonrası 30 yıldır Türkiye’nin dış politikasında görülen çok taraflı angajmana dayalı stratejidir. Bu strateji üç stratejik kuşağa bağlıdır: (1) yakın bölge—yani Orta Doğu; (2) diğer kıtalara kurumsal açılım; (3) küresel angajman. Bu kuşaklar çok boyutlu bir Türk ekseni oluşturarak Türkiye’nin stratejik hırsını yansıtır. Bildirge ayrıca bölgesel çatışmaların sona erdirilmesini—özellikle Karadeniz, Balkanlar, Avrupa, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Körfez’de—ve diplomatik etkinliğin artırılmasını öngörür. İkinci kuşak Asya, Afrika ve Latin Amerika’yı kapsar—burada BRICS, yükselen ekonomiler ve Küresel Güney’e odaklanılmaktadır. Bu bölgelerin artan rolüyle birlikte Türkiye, bu bölgelere daha fazla açılmayı hedeflemektedir. Üçüncü kuşak ise küresel düzeydedir ve “Türkiye Yüzyılı” bağlamında Türkiye merkezli kapsamlı bir diplomatik sistem öngörür. Güvenlik konularına da vurgu yapılmıştır—sadece terör ve enerji güvenliği değil, aynı zamanda 3 milyondan fazla göçmene ev sahipliği yapan Türkiye için göç meselesi de önceliklidir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin diplomatik stratejisi artık geleneksel “Doğu ile Batı arasında köprü” anlatısının ötesine geçmiştir—bu anlatı Özal döneminden beri vurgulanıyordu. AK Parti döneminde “merkez ülke” kavramı kullanılmış; yüzüncü yıl sürecinde ise “eksen ülke” terimi benimsenmiştir. Her ikisi de Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” kavramına dayanmakla birlikte, “eksen ülke” kavramı Cumhuriyet’in yüzüncü yılında bunun daha derinleştirilmiş bir sürümüdür.
III. Türkiye’nin Yüzüncü Yılının Yöntemsel Anlamı
Belki de Türkiye’nin gelecekteki tarihsel dönemlendirmesinde “Dördüncü Cumhuriyet” ifadesi eklenebilir. Erdoğan, yeni bir anayasa hazırlamayı sürekli olarak temel bir mesele haline getirmiştir ve Türkiye anayasası birçok kez değiştirilmiştir. Nihai hedef, 1982 Anayasası’nın yerini alacak yeni bir anayasal metin üretmektir. Aslında, Türkiye’nin mevcut siyasi sistemi zaten değişmiştir; başkanlık sisteminin benimsenmesiyle belirli bir anlamda bu durum “Dördüncü Cumhuriyet” olarak görülebilir. Türkiye’nin yüz yıllık yolculuğu, Batı tarzı modernleşmenin klasik bir örneği olarak kabul edilebilir—anti-emperyalist ve anti-feodal mücadelelerden otoriter bir parti kurulmasına, ardından Batı tarzı demokratik uygulamalara, neoliberalizmin gelişi ve geleneğin yeniden canlanmasına kadar.
Türkiye, bir model olarak hem özgün hem de çeşitlilik içerir. “Asya’nın uyanışından” Kemalist reformlara, 1940’ların sonundaki siyasi demokratikleşmeden Soğuk Savaş sonrası 1990’lı yıllarda Türk dünyası (özellikle Orta Asya ve Kafkasya) için bir modele, 21. yüzyılın başlarında ABD’nin “Genişletilmiş Orta Doğu Demokrasi Planı” çerçevesinde teşvik edilen bir modele dönüştü. Günümüzde liberal demokrasi ile otoriterlik arasındaki ikili bakış açısı hâlâ kamuoyunu güçlü şekilde etkiliyor ve Batı ve Türkiye kamuoyunda Erdoğan’ın Türkiye’si liberal demokrasinin karşıtı olarak algılanıyor. Ancak Batı modellerinin azalan prestiji ve kapitalist dünya sistemindeki sorunların (Rusya-Ukrayna savaşı, İsrail-Filistin çatışması gibi) giderek daha fazla ortaya çıkmasıyla, günümüz Türkiye’sini hâlâ bu eski teorilerle açıklamak gerekli mi? Sözde “Erdoğanizm” sosyal bilimsel araştırma açısından geçerli bir konu olabilir mi? Uzun vadeli uygulamalar göz önüne alındığında, ekonomi ve finans alanındaki bazı sorunlar dışında, Türkiye hâlâ nispeten bütünlüklü bir üretim tabanına ve önemli bir büyüme potansiyeline sahip bir jeopolitik güçtür. Türkiye’nin kalıcı bir orta güç statüsü, başlı başına incelenmeye değer bir vakadır. Küresel kaygı ve belirsizlik ortamında, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkisi—ve karşılıklı algılar—da sürekli değişmektedir.
Aslında, bazı geleneksel bilişsel çerçevelerden kurtulmamız gerekiyor. Tarihsel olarak, kutsal/laik, bilim/din, otoriterlik/demokrasi gibi ikilikler üzerinden değerlendirmeye alışmıştık. Bu anlamda, modern Türkiye tarihi ve siyasi düşüncesi çoğunlukla Tanzimat, Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve Kemalizm hattında, Batılı modeller temelinde doğrusal bir reform tarihi olarak ele alındı. Yakın Doğu gibi bir ülkenin bu dış fikirleri özümseyebilmesi için Ziya Gökalp gibi düşünürler uygarlık ve kültür arasında ayrım yapma yoluna gittiler—bu, Çin modern tarihindeki “ti-yong” (öz-esas ve işlev) tartışmasına benzer. Atatürk döneminde Türkiye daha radikal bir Batılılaşma yolu izledi. Günümüzde birçok kişi mevcut dönemi İslamcılığın geri dönüşü ve “tarihsel gerileme” olarak tanımlar. Ama gerçekten böyle mi? Yoksa bu, Türk modernleşmesinin yeni bir aşaması mı?
Gökalp sadece Batı uygarlığından bahsetmişti, fakat bugün Batı da kendini yeniden değerlendirmektedir—özellikle sosyal bilimlerde “Avrupa’yı yerelleştirme” eğilimiyle birlikte. Bu, Batı’yı artık tek standart ve model olarak almamak anlamına gelir. Eğer Batı perspektifini başlangıç noktası olmaktan çıkarırsak, Türkiye’nin kendisi yöntemsel bir çıkış noktası ve referans olabilir mi—yani dünyayı anlamak için “Türkiye’yi bir yöntem olarak” kullanabilir miyiz? Önceden Avrupa, kendi çerçeve ve soruları ile Türkiye’yi inceliyordu. Peki şimdi, Türkiye Avrupa’ya sorular yöneltebilir ve ondan cevap talep edebilir mi? Yöntemsel açıdan, Japon akademisyen Mizoguchi Yūzō 1980’lerde “Çin’i bir yöntem olarak kullanma” düşüncesini öne sürmüştü; bu, dünya tarihini araştırma olasılığını ortaya koyuyordu. Ona göre Japon akademisyenler Çin klasikleriyle tanışık olsa da, bunları yalnızca kültürel sermaye olarak görüyor, sosyal bilimlerde epistemolojik araç olarak değerlendirmiyorlardı. Bu nedenle, Çin’in kavramlarını, teorilerini, yöntemlerini ve deneyimlerini kullanarak dünyayı—ve Japonya’yı—araştırma çağrısı yaptı.
Biz Türkoloji akademisyenleri olarak görebiliyoruz ki Türkiye yüz yıllık bir süreci tamamlamış durumda ve bu, Üçüncü Dünya ülkeleri içinde nispeten tamamlanmış bir modernleşme örneği sunuyor. Türkiye erken ulusal bağımsızlık kazandı, erken Batı tarzı modernleşme yaşadı ve Batı dışı bir ülke olarak özgün bir yol çizdi. Şimdi, yüz yılı geride bırakmışken, bu ülke bize dünya—özellikle Batı dışı—tarihi çalışmaları için yeni yaklaşımlar geliştirmemize yardımcı olabilir mi? Japonların deyişiyle: Türkiye’yi bir yöntem olarak kullanarak diğer Orta Doğu veya Afrika ülkelerini incelemek mümkün olabilir mi? Çin’in büyük boyutu, coğrafi uzaklığı ve kültürel farklılıkları nedeniyle Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile doğrudan karşılaştırılması zordur. Ancak Türkiye, bu bölgelerle birçok ortak tarihsel geleneğe sahiptir. Dolayısıyla, “Türkiye’yi bir yöntem olarak kullanmak”, yeni akademik ve kuramsal yaklaşımlar geliştirmemize olanak tanıyabilir.
Geçmişte, birçok araştırma sorusu Batı bağlamında formüle edildi—örneğin sekülerleşme ve İslami kadı sistemi çalışmaları, hep Batılı fikirlerle şekillendi; kuvvetler ayrılığı gibi kavramlara dayanıyordu. Atatürk bile laiklik ve din-devlet ayrılığı önerdiğinde, esasen Batılı sorunlara cevap veriyordu: ateizm, dinin özel hayata kaydırılması, dinin kamusal alandan ayrılması. Ancak Erdoğan döneminde laiklik tanımı değişti. Artık “ayrılık” değil, egemen bir devletin tüm inançlara eşit mesafede yaklaşması gerektiği vurgulanıyor. Bu, Erdoğan döneminde laiklik kavramındaki değişimi yansıtır. Türkiye hâlâ kendini laik bir devlet olarak tanımlar ve “Türk modeli”ni savunmaya devam eder. Arap Baharı döneminde Erdoğan bunu aktif şekilde teşvik etti, sonrasında bazı akademisyenler buna “Müslüman Kardeşler modeli” adını verdi ve Türkiye’yi Orta Doğu’da en başarılı örnek olarak gördüler. Bu da bize araştırma yöntemi veya referans noktası olarak özetlenebilecek iyi bir örnek sunar—diğer Orta Doğu ülkelerini çalışırken Batı sekülerliğini körü körüne almak yerine. Çünkü Batı laikliğinin ön varsayımı bir kilise sisteminin varlığı ve bu kurumun devletten ayrılmasıdır. Ancak İslam’da bir kilise kurumu bulunmaz. Bu nedenle “din ve devlet ayrılığı” genellikle birey düzeyinde Müslümanları hedef alır, çünkü ayrılacak kurumsal bir din yoktur.
Batı sekülerizmi Müslüman dünyayla yapısal olarak uyumlu olmadığından, Kemalizm’den Erdoğanizme laiklik tanımındaki evrim, Türk ulus inşasının seyrini yansıtır. Bunu “İslamcılığın geri dönüşü” ya da “tarihsel gerileme” olarak adlandırmak sorunludur—bu, tipik bir Batı-merkezli yargıdır. Dolayısıyla Türkiye’yi araştırırken “kilise-devlet ayrılığı” gibi analitik araçları kullanmak, bilgi üretimi ve yöntem açısından fazla bir şey katmaz. Önceki araştırmalar, dinin devletten ayrılıp ayrılmaması ya da devletin dini kontrol edip etmemesi üzerine yoğunlaşmış, ya da kentli-kırsal elitler arasında ikilik kurarak, dinin ahlaki ve etik kimlik gibi toplumsal işlevlerini ihmal etmiştir. Gökalp’in bu konulardaki düşünceleri Türk bağlamına dayanır ve bu yüzden onun uygarlık ve kültür ayrımı yeniden gözden geçirilmeye değer.
Eski kutsal/laik ikiliği, çoğunlukla iki tür “bina” sembolüyle ifade edilirdi: camiler ve Halkevleri. Halkevleri, Cumhuriyet Halk Partisi’nin kamusal alanını; cami ise İslami geleneği temsil ederdi. Bu mimari sembolizm, Türkiye çalışmalarının temel çerçevesini oluşturmuştur. 2020 yılında Ayasofya tekrar camiye çevrildiğinde bile, birçok kişi bunu İslamcı siyasetin dönüşü olarak yorumladı. Ben bu görüşe katılmıyorum. Bu olayın İslamcı siyasetle doğrudan ilgisi yoktur. Bazı Türk akademisyenler laikliği sınıf mücadelesi perspektifinden yorumluyor, bu da Çin’deki bazı düşünce akımlarının yaklaşımlarıyla benzeşiyor. Bu değişim—dini-laik ikiliğinden sınıfa dsayalı bir analize geçiş—Çinli Türkoloji araştırmacılarının daha fazla dikkatini çekmelidir.
Çeşitli iddia şüphelere rağmen, Türkiye’nin laik çerçevesi temelde değişmemiştir. İnsanlar sık sık Türkiye’nin şu anda İslamcı bir parti tarafından yönetildiğini vurgular. Ancak AKP kendini açıkça muhafazakâr demokrat bir parti olarak tanımlar. Bu nedenle Batı merkezli etiketlere fazla takılmak yerine, Türkiye’nin kendi öz tanımına değer vermeliyiz. AKP kendisini muhafazakâr demokrat bir parti olarak açıkça ifade etmektedir.
Kemalist döneme kıyasla, Erdoğan’ın Türkiye’si artan bir çoğulculukla karakterize edilir. Türkiye’de çeşitli sesler duyulabiliyor, dernekler kurulabiliyor, farklı çıkar grupları ve partiler ortaya çıkabiliyor. Geçmişte devlet dinden uzak dururken, şimdi din eğitimine daha fazla önem veriyor. Bence Türkiye’nin de bir “siyasal-ideolojik eğitim” (sixiang zhengzhi) sorunu vardır—devletin dinî ve ahlaki eğitimi nasıl yönettiği meselesi. Türkiye’yi çalışırken “Çin’i bir yöntem olarak” kullanırsak, İslam’ın yeniden canlanması olgusunu siyasal-ideolojik bir mesele olarak anlayabiliriz. Bu yaklaşım, onu daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir; aksi halde Batı klişelerine—“İslamcılığın yükselişi” veya “Türkiye’nin tarihsel gerilemesi”—bağlı kalırız. İslami siyaset, İslamcılık veya siyasal İslam gibi terimler, Orta Doğu’yu—özellikle Türkiye’yi—anlamak için pek işe yaramadı. AKP, Türkiye’nin kendi tarihine dönüşü vurgular. Genç Osmanlılar ve Gökalp’in düşünceleri, Batı bilgisinin yenilikçi şekilde benimsenmesinin başlangıç noktasıydı ve günümüz Türkiye’sinin dönüş yönü olmaya devam ediyor. Bunlar, yüz yıllık Türkiye’nin sunduğu temel fikirlerdir.
Ordunun siyasete müdahalesi, uzun zamandır Türkiye araştırmalarının temel konularından biri olmuştur. Asker-sivil ilişkileri, hem antik hem modern tarihte yer bulan bir temadır. Türkiye’de bir dönem askeri darbeler sık görülse de, son yıllarda büyük değişimler yaşanmıştır. Özellikle son on yılda yaşanan başarısız darbe girişiminin ardından şu soruyu sormamız gerekiyor: Yüz yıllık perspektiften bakıldığında, sivil siyaset Türk ordusunu gerçekten bastırabildi mi? Türkiye’nin bu alandaki deneyimi özetlenmeye değerdir. Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki birçok ülkede benzer askeri müdahaleler yaşanmıştır—örneğin Mısır, 21. yüzyılda bir askeri darbeye sahne olmuştur; Pakistan ve Tayland da öyle. Türkiye’nin dönüşümü—bir askeri-devlet kuruluşundan başarısız bir darbe sonrasında sivil hükümetin güç kazandığı ve yüzüncü yıl dönümünde zirveye ulaştığı bir sürece—asker-sivil ilişkilerinde büyük bir kırılmayı ifade eder. Bu dönüşüm nasıl gerçekleşti? Hangi yapısal sebepler ve mekanizmalar bu dönüşümü sağladı? Türkiye, bir yüzyıl içinde asker-sivil ilişkilerinde tam bir dönüşüm geçirdi diyebilir miyiz? Modern Türkiye tarihini incelemek için bu, önemli bir giriş noktası olabilir.
Bir diğer önemli konu, Türkiye’nin siyasi dönüşümüdür. Türkiye yaklaşık seksen yıldır çok partili demokrasiye sahiptir, ancak hâlâ sıklıkla yalnızca otoriter bir ülke olarak etiketlenmektedir. Açıkça görülüyor ki, bu tür bir model Türkiye’yi açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Erdoğan’ın yirmi yıllık iktidarında gerçekleşen kurumsal değişimleri, Batı tarzı demokratikleşmeden çok partili siyasete kadar olan süreci anlamalıyız. Bu evrim, asker-sivil ilişkileriyle birlikte ele alındığında, tamamlanmış bir tarihsel süreç olarak değerlendirilebilir mi? Türkiye’de bugün nispeten istikrarlı bir iç siyasi yapı oluştu ve gelecekteki siyasi gelişmeler öngörülebilir hale geldi diyebilir miyiz? Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen gözlemciler, son yıllarda Türkiye’deki seçimlerde ciddi usulsüzlükler tespit etmediler. 2019 yerel seçimlerinde AKP, yenilenen seçimlerde daha büyük kayıplar yaşadı ama sonuçları kabul etti. Bu, Türkiye’nin siyasi olgunluğunun bir göstergesi sayılabilir mi? Son yıllarda, Türkiye ana akım medyası, Türkiye ve Erdoğan’ın Batı tarafından en çok şeytanlaştırılan figürler olduğunu vurguluyor. Bu durumda, Türkiye’yi kendi perspektifinden nasıl anlayabiliriz ve bu şeytanlaştırmadan nasıl kurtulabiliriz?
Kurumsal açıdan, kutsal-laik ilişkilerdeki değişim, üniter cumhuriyet anlayışındaki daha derin bir krizi yansıtır. Bu durum da dünya tarihsel bir bakışla ele alınmalıdır. Aydınlanmacı ve rasyonalist çerçeve altında, kimlik politikalarının ihmal edilmesi, yurttaşlık haklarına ve ulusal akla aşırı güvene yol açtı. Bugün yalnızca Türkiye’de değil, laikliğin doğduğu yer olan Fransa’da bile kriz yaşanıyor. Bu da Batı modernitesinin yeniden düşünülmesini gerektiriyor. Avrupa’daki mülteci ve göçmen krizi, büyük bir kafa karışıklığı ve meydan okuma doğurdu. Aydınlanma ve post-Aydınlanma idealleri, esasen beyaz Hristiyan Avrupa sosyal yapısı üzerine inşa edilmişti. Şimdi ise, Avrupa Müslüman göçüyle karşı karşıya ve bu durum erken modern Avrupa düşünürlerinin hiç öngöremediği bir kimlik krizi yaratıyor.
Erdoğan, konuşmalarında sık sık Atatürk’ten bahseder. Kimi insanlar Atatürk’ün Erdoğan’ın manevi rakibi olduğunu düşünür, kimileri de Erdoğan’ın yeni bir Mustafa Kemal olduğunu söyler. Çinliler için, özellikle orta yaş ve üzeri kuşaklar için, Atatürk oldukça tanıdıktır. Ancak günümüzdeki genç öğrenciler onu neredeyse hiç tanımamaktadır. Geçmişte, dünya tarihi ders kitaplarında Kemalist devrime iki tam sayfa ayrılırdı; artık bu durum kalmamıştır. 1981 yılında Birleşmiş Milletler, Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı vesilesiyle o yılı “Atatürk Yılı” ilan etmişti. O dönemde Batı tarzı modernleşmenin düşüş süreci henüz başlamıştı. Sonraki yıllarda Batı postmodernizme girdi ve Atatürk giderek otoriter bir lider olarak eleştirilmeye başlandı—yani sadece yarım yüzyılda imajı büyük ölçüde düşüşe geçti.
Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik değerlendirmeler, Türkiye’nin yüzyıllık tarihinde büyük değişiklikler geçirdi. Bu değişim, Türk düşüncesinin Batı tarafından entelektüel olarak kolonize edilmesinin de bir yansımasıdır—Türk aydınlarının Atatürk’e bakışı, büyük ölçüde Batı’nınkine yakındır. Liberal entelektüeller bir yana, İslami eğilimleri olanlar da Atatürk’ten hoşlanmaz. Bu iki uç arasında kalan az sayıda akademisyen ise ters yönlü bir duruş benimsemiştir. Atatürk’ün değerlendirilmesi, yüz yıllık Türkiye’yi gözlemlemek için hâlâ önemli bir penceredir.
Erdoğan’ın yüzüncü yıl mesajında, Atatürk’e birçok kez atıf yapılmıştır—“kısa mesaj”da dört kez, resmi konuşmada ise Gazi unvanı ya da adıyla 13 kez. İslami eğilimleri olan bir partinin lideri olarak Erdoğan’ın bu tutumu anlaşılabilir. Zaman geçtikçe, Erdoğan da Türkiye’nin yüz yıllık tarihinin ağırlığıyla daha fazla sınırlanıyor. Yeni bir Türkiye yaratma ve ikinci bir “ulusun babası” olma hayalini gerçekleştiremedi. “Yeni bir nesil yetiştirme” söylemi vardı; fakat o nesil, büyük oranda Erdoğan’a karşı. Sonuçta Erdoğan, yüz yıllık Türkiye’nin tarihsel çizgisini aşamaz; onun karşısındaki en büyük engel, Kemalizmdir. Gerçekte, Kemalizm Türk devletinin kurucu temelidir. Türkiye’nin ulus-devlet çerçevesinde varlığını sürdürmesi devam ettikçe, Atatürk ve mirası reddedilemez. Türkiye ulus-devlet yapısında kaldığı sürece, Atatürk her zaman en üstteki figür olacaktır.
