Lukacs Neden Yanıldı? – Hegelci Marksizmin Temel Nitelikleri
Hegelci Marksizmin Parti ve Devrim Görüşü
Hegelci Marksizmin Türkiye’ye Girişi
Prof. Gladys Hernández Herrera, Marksist Felsefe Bölümü, Havana Üniversitesi
Çeviren Kemal Okur

Giriş: Hegelci Marksizm 1970’lerin ikinci yarısında Türkiye Marksist akımının saflarına iki koldan girdi: birincisi Birikim Çevresi ve ikincisi Gelenek Çevresi Ateş Uslu’ya göre Gelenek Çevresi Hegelci Marksizmi siyasi pratiğine uygulamaya çalışmıştır. Hegelci Marksizm o günlerde devrimci özne inşa sorununa bir çözüm yolu olarak görünmüştü. 1960’ların başlarına gelindiğinde, Batılı kapitalist ülkelerdeki (Türkiye dahil) Marksist aydınlar ve aktivistler, Sovyetler Birliği ile Çin’deki (Sovyet Marksizminin güçlü etkisi altınaydı) Marksizm anlayışının ve toplumsal pratiğin araştırılmasında bir donuklaşma, inovasyon eksikliği ve dogmatizme yönelme eğilimi hissetmeye başlamışlardı. Buna karşılık, Batı Marksizminin çeşitli okulları ve düşünürleri, dikkat çekici sorgulamaları, eleştirileri ve çıkışlarıyla Marksist aktivistlerin ilgisini uyandırmış, onların gözlerini parlatmış ve Sovyet Marksizmi yorumuna karşı “doğru” alternatiflerin ortaya çıktığı yanılgısına kapılmalarına neden olmuştu. Bu araştırmacı ve yazarlar arasında Gramsci ve Lukács’ı izleyen Althusser, Colletti, Poulantzas, Perry Anderson, E. P. Thompson, Guy Debord gibi parlak isimler yer alıyordu. O gün bugündür, Hegelci Marksizm hâlâ Türkiye’de en yaygın Marksizm yorumudur. Bkz. Batı Marksizmi ve Totaliterizm ve Büyük Marksizm Sözlüğü: Batı Marksizmi
Hegelci Marksizm, adından da anlaşılacağı gibi, Hegel’in görüş ve yöntemlerini kullanarak Marksizmi yorumlayan ve işleyen bir Batı Marksizmi okuludur. 1920’lerde Almanya, Macaristan, İtalya ve diğer ülkelerde yaygınlaşmış ve Batı Marksizminin ortaya çıkması ve oluşumunun ilk aşaması olarak kabul edilir. Bu okulun temel görüşleri ilk kez Macar devrimci György Lukács tarafından ortaya atılmıştır.
Lukács, sonraki eserlerinde Batı Marksizminin kurucusu olduğunu kabul etmemiş ve 1920/30’lerde savunduğu erken dönem görüşlerini eleştirmiş olsa da, Tarih ve Sınıf Bilinci adlı kitabında öne sürdüğü fikirler yalnızca Hegelci Marksizmin temelini atmakla kalmamış, Batı Marksizminin diğer sonra ortaya çıkan okullarını da derinden etkilemiştir. Lukács, tartışmasız bir şekilde Batı Marksizminin kurucusudur. Alman filozof Karl Korsch da temel konularda Lukács ile benzer görüşleri paylaşır ve her ikisi Hegelci Marksizmin önemli figürleridir. Bu okul, devrimlerin başarısızlık nedenlerine dair nesnel olmayan bir analiz sunar ve bilincin aktif rolünü abartan çözümler önermiştir. Sosyalist devrimin, proletaryanın sınıf bilincinin uyanışıyla gerçekleşebileceğini savunması, açıkça ütopik bir doktrindir.
Batı Marksizminin İki Farklı Kolu
Batı Marksizmi düşünce akımı içinde iki farklı eğilim bulunmaktadır:
Birinci eğilim: Marksizmi Hegelcilik, Freudculuk ve varoluşçuluğun ruhuna uygun olarak yorumlayıp geliştirmeye çalışır. Bu eğilim ‘Hegelci Marksizm’, ‘Freudcu Marksizm’ ve ‘Varoluşçu Marksizm’ olarak adlandırılır.
İkinci eğilim: Marksizmi neo-pozitivizm ve yapısalcılığın ruhuna uygun olarak yorumlayıp geliştirmeye çalışır. Bu eğilim de ‘Neo-pozitivist Marksizm’ ve ‘Yapısalcı Marksizm’ olarak adlandırılır. Bilindiği gibi Yapısalcı Marksizmin en önemli isimleri arasında Althusser, Poulantzas ve Perry Anderson’u görüyoruz. Freudcu Marksizm, Alman filozoflar Reich, H. Marcuse ve E. Fromm tarafından temsil edilir ve cinsel dürtünün, tıpkı açlık, susuzluk ve çalışma-emek verme gibi insanın maddi ihtiyaçlarından biri olduğunu vurgular.
Genel olarak Hegelci Marksizmin temel görüşleri şunlardır:
Hegelci Marksizm doğanın diyalektiğini reddeder ve materyalist diyalektiğin yalnızca toplumsal tarih ile ilgili bir teori olduğunu savunur. Metalar ve metaların değişim dünyasının kapitalist toplumun şeyleşmesine yol açtığını ve bunun kapitalist toplumun temel sorunu olduğunu iddia eder. İnsanların devrimci mücadele ruhunu uyandırmak için, “bütünsellik” kavramı aracılığıyla bütünün parçalar üzerindeki önceliğini yeniden restore etmek gerektiğini öne sürer. Yalnızca ve yalnızca proletaryanın (başka hiçbir sınıf değil) hem tarihin nesnesi hem de öznesi olduğunu ve yalnızca proletaryanın şeyleşme durumunu aşarak tarihsel özne ile nesnenin birliğini gerçekleştirebileceğini savunur.
I. Hegelci Marksizmin Doğuşunun Arka Planı
Hegelci Marksizmin ortaya çıkışının derin bir sosyal ve tarihsel arka planı vardır. Bu, hem Avrupa devrimlerinin başarısızlığının bir ideolojik ürünüdür hem de eski dünya görüşü ile Marksizmin birleşiminin bir sonucudur. Uluslararası sosyalist hareket açısından bakıldığında, Hegelci Marksizm, Avrupa devrimlerinin başarısızlığının bir ideolojik ürünüdür. Rusya’daki Ekim Devrimi’nin başarısı ve devrim sonrasında bu proleter rejimin giderek güçlenmesi, Avrupa’daki komünistler ve işçi-köylü kitleleri üzerinde büyük bir olumlu etki yaratmıştır. Ekim Devrimi’nden sonra devrimci dalga birçok Avrupa ülkesini sarmıştır. 1919-1923 yılları arasında Almanya, Finlandiya, Avusturya, Polonya, Bulgaristan gibi ülkelerde işçi ayaklanmaları, köylü isyanları ve iktidarı ele geçirme mücadeleleri patlak vermiş, devrimler oldukça elverişli nesnel koşullara sahip olmuştur. Ancak Avrupa ülkelerindeki devrimcilerin olgun bir devrimci parti örgütleme deneyiminin olmaması, partilerdeki hatalı fikirlerin ve parti içi bölünme ve fraksiyonların yaygınlığı ile devrimci politik taktiklerdeki yanlışlıklar nedeniyle, bu ülkelerde devrimin öznel güçleri yeterli değildi ve bu henüz olgunlaşmamış devrimci partiler, ülke içindeki devrimi yönetme ve kalıcı bir devrimci rejim kurma görevini üstlenebilmeleri oldukça zordu. Bu ülkelerdeki devrimler art arda başarısızlığa uğramış, kurulan devrimci rejimler uzun süreli olamamıştır.
Devrimlerin başarısızlığı, devrime katılan bazı aydınları Avrupa devrimlerinin başarısızlığının nedenlerini sorgulamaya itmiştir. Eski dünya görüşünün etkisi, Marksist teorik birikim eksikliği ve devrim teorisi ile ilgili sorunlarının karmaşıklığı, Lukács ve Korsch gibi isimlerin devrimlerin başarısızlık nedenlerini nesnel bir şekilde analiz etmesini engellemiştir.
Lukács ve Korsch, uluslararası proletarya devriminin yakın bir zafer kazanacağına inanıyor ve devrimi hemen kazanamayacak olan tüm diğer stratejileri reddediyorlar ve “sol” bir tutum almışlardı. Onlara göre Avrupa ülkelerindeki devrimlerin başarısızlığının nedeni, devrimin nesnel koşullarının olgunlaşmamış olması değil, işçi sınıfının devrimci bilincini kaybetmesiydi. İşçi sınıfı saflarında bir “proletarya bilinci krizi” vardı ve işçiler devrimci bir siyasi güç olarak kendilerinin tarihsel misyonlarını göremiyorlardı.
Örneğin Korsch şöyle diyordu: “İktidarı ele geçirmek için gerekli sosyo-psikolojik önkoşulların eksikliği nedeniyle, Kasım 1918 sonrasındaki kritik aylarda, burjuvazinin örgütlü gücünün ezildiği ve kapitalizmden sosyalizme geçişin önünde artık hiçbir engel kalmadığı anda, büyük fırsat kaçırıldı. Sosyalist ekonomik sistemin hemen gerçekleştirilebileceğine dair kararlı bir inanç göremedik; oysa böyle bir inanç kitleleri ileriye taşıyabilir ve onların bilincinde atılacak ilk adımların doğasının ne olacağını netleştirebilirdi.” İşçi sınıfının “proleter bilince ulaşma krizi”, kapitalist toplumda her yerde hakim bulunan şeyleşme olgusu ve İkinci Enternasyonal’in “ekonomik determinist” görüşleri tarafından daha da kötüleşmişti. Marksist teorisyenler gerçek Marksizmi restore etmek için, kapitalist toplumdaki “şeyleşme” sorununa önem vermeli, İkinci Enternasyonal’in ekonomik determinizmini eleştirmeli, Hegel felsefesinin Marksizmdeki konumunu yeniden değerlendirmeli ve Marksizmdeki devrimci bütünsellik diyalektiğini canlandırarak işçi sınıfının sınıf bilincini uyandırılmalıydı.
Lukács ve Korsch, İkinci Enternasyonal’in “ekonomik determinizmini” eleştirme konusunda bazı katkılar yapmış olsalar da, toplumsal gelişmede irade ve bilincin önemini aşırı vurgulayarak devrimin başarısının öznel koşullarını proletaryanın devrimci bilincinin uyanışına ve bilincin olgunluğuna bağladılar. Leninist bir devrimci partinin kurulmasının, devrimci partinin doğru bir strateji belirlemesinin ve partinin yönlendirici ideolojosinde olması gereken tutarlılığının önemini tam olarak kavrayamadılar ve böylece idealizme savruldular.
Macar Devrimi’ne katılan ve Avrupa’daki devrimler başarısız olduktan sonra Tarih ve Sınıf Bilinci’ni yazan Lukacs, kişisel olarak henüz yeterince olgun bir Marksist değildi. Lukacs, o günlerde kendi önceki dünya görüşüyle devrime katılan ve bu dönem üzerine düşüncelerini bu eski görüşleriyle ele alan bir aydındı. Lukacs, o günlerde Marksizmi Simmel, Max Weber, Hegel, Rosa Luxemburg gibi isimlerin merceğinden yorumlamıştı. Üniversitedeki doktora çalışmaları sırasında (1903-1909), Lukacs esas olarak Alman klasik felsefesi ve Batı modern felsefesi üzerine çalışmış ve öznelci idealizden etkilenmiş ve özellikle yeni-Kantçılığın öznel idealist felsefi okulundan derinden etkilenmişti.
Ayrıca Lukacs epistemolojik meseleleri irrasyonel, göreceli ve hatta mistik bir şekilde ele alma eğilimindeydi. Bu dönemde Lukacs, ünlü yaşam filozofu Simmel ve sosyolog Max Weber’in doğrudan öğrencisi olmuş ve Batı Marksizminin bir diğer önemli temsilcisi Bloch ile sınıf arkadaşı ve dost olmuştu.
Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’nde yabancılaşma/şeyleşme ve şeyleşmiş bilinç gibi konuları kavrayışı doğrudan bu dönemde kabul ettiği veya etkilendiği felsefi düşüncelerden kaynaklanmıştır.
Lukacs’ın Öznel idealizmden nesnel idealizme geçişi
Doktorasını aldıktan sonra, Lukacs yavaş yavaş öznel idealizmden nesnel idealizme geçmeye başladı ve Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’ni incelemek için büyük çaba sarfetti, Feuerbach’ın görüşlerini hümanist bir perspektiften inceledi ve Hegel’i temel alan bir “tarih felsefesi” içinde Hegel ve Marx’ı sentezlemeye çalışarak Marksizmi incelemeye başladı.
Tarih ve Sınıf Bilinci’nde bütünselci (totalist) diyalektiğin göklere çıkarılması ve proleter devrimin nihai çözümü olarak özne ve nesnenin birliğinin gerçekleştirilmesi gerektiği fikri Hegel felsefesinin etkilerini yansıtır.
Macaristan’da devrimin patlak vermesiyle birlikte Lukacs işte bu karışık ve ham fikirlerle Macar Devrimi’ne katılmıştı.
Devrim sırasında Lukacs, Marx ve Lenin’in eserlerini derinlemesine incelemek için Marx’ın iktisadi eserlerini, tarihini, iktisat tarihini, işçi hareketinin tarihini ve inceledi devrimci pratiği incelemek için çok çalıştı. Bununla birlikte, Lukacs’ın materyalist diyalektiği kavrayışı tam değildi ve devrimci hareketi açıklamak için hala eskiden olduğu gibi özne ve nesne diyalektiğini kullanmak istiyordu. Macar Devrimi’nin başarısızlığa uğramasının ardından Lukacs, Macar Devrimi’nden çıkardığı dersleri özetledi, sekiz makale yazdı ve bunları Tarih ve Sınıf Bilinci adlı kitapta topladı. Yayımlanmasının ardından bu kitap Hegelci Marksizmin manevi-entelektüel kaynağı haline geldi. Korsch’un ideolojik dönüşümü hakkında elimizde nispeten az malzeme vardır bu yüzden bu yazıda Korsch’u ayrıntılı olarak tartışmayacağız.
II. Hegelci Marksizmin Temel Görüşleri ve Getirilen Eleştiriler
Genç Lukács’ın en önemli eseri olan Tarih ve Sınıf Bilinci, 1919-1922 yılları arasında yazdığı sekiz makaleden oluşur ve Lenin’in dikkat çektiği gibi bu eser dönemin uluslararası sosyalist hareketindeki “sol komünizm” eğilimini yansırmıştır. Bu kitap, Marksizmi yalnızca bir toplum teorisi olarak görmüş ve Marksizmin doğa bilimleri ve doğa görüşü üzerinde yükselen boyutunu reddetmiştir.
Tarih ve Sınıf Bilinci’ne göre, Marx’ın diyalektiği yalnızca toplumsal tarih alanını kapsar ve Marx’ın diyalektiğinin belirleyici içeriği özne ile nesne arasındaki etkileşim artı teori ve pratiğin birliğidir. Lukács için doğa bile “toplumsal bir kategoridir”. Tarih ve Sınıf Bilinci’ne göre Engels’in diyalektiği doğaya doğru genişletmesi ve “doğanın diyalektiğinden” söz etmesi, aslında “Hegel tarafından yanlış yönlendirilmiştir”. Engels gibi insanlardan bağımsız olarak “doğanın diyalektiğinden” bahsetmek, kaçınılmaz olarak diyalektiğin devrimci doğasını yok edecektir.
Kitap ayrıca kapitalist toplumdaki şeyleşme olgusunu analiz eder. Tarih ve Sınıf Bilinci’ne göre şeyleşme, kapitalist toplumda yaşayan herkesin maruz kaldığı doğrudan bir gerçekliktir. Toplumsal işbölümünün gelişmesi ve meta ekonomisinin gelişmesiyle insanlar giderek birbirlerinden izole ve dağınık hale gelmiş, insanlar arasındaki ilişkiler şeyler arasındaki ilişkilere dönüşmüştür. Bu durum, insanların ufkunu yalnızca önlerindeki para ve metalara odaklamakta, toplumsal ve tarihsel süreci görmelerini engellemektedir. Böylece insanların geleceği düşünme yeteneği ortadan kalkmış ve toplumsal gerçekliği değiştirme konusundaki öncü devrimci inisiyatifleri kaybolmuştur.
İnsanların devrimci ruhunu yeniden uyandırmak için, ve düşünme biçimini değiştirmek için “bütünsellik” diyalektiğini kullanmak gerekir. Bütünün parçalar üzerindeki önceliği vurgulanarak dar görüşlü ampirizm aşılmalı ve böylece gerçekliği tarihsel bir süreç olarak kavramak mümkün olmalıdır. Bu “bütünsellik diyalektiğini” anlayıp uygulayabilecek tek sınıf, hem özne hem de nesne olan proletaryadır.
Kapitalist toplumdaki insanın şeyleşmiş bilincinin etkisi altında, “özne-nesne özdeşliğine” sahip olan proletarya, toplumu bir bütün olarak anlama ve dönüştürme tarihsel görevini üstlenmek için bilinçli “sınıf bilinci” tarafından yönlendirilmelidir.
Korsch’un Düşünceleri
Korsch’un temel eseri “Marksizm ve Felsefe “dir. Korsch da eserlerinde Marksizmi yeniden yorumlamıştır.
Korsch ve Lukacs’ın düşünceleri birçok benzerliğe sahiptir; özellikle Marx’ın diyalektiğini anlamada çok daha fazla benzerliğe sahiptir.
Genel olarak Hegelci Marksizm aşağıdaki görüşlere sahiptir:
Doğanın diyalektiğini reddeder ve materyalist diyalektiğin yalnızca sosyal tarih ile ilgili bir teori olduğunu savunur.
Meta mübadelesi dünyası kapitalist toplumun temel sorunu olan şeyleşmeye yol açar.
İnsanların devrimci coşkusunu uyandırmak için ve şeyleşmeden kurtulmak amacıyla “bütünlük” kavramı aracılığıyla bütünün parçalar üzerindeki önceliğini yeniden tesis etmek gerekir.
Yalnızca proletarya tarihin hem nesnesi hem de öznesidir ve yalnızca proletarya şeyleşme durumunu aşarak tarihsel özne ve nesnenin birliğini gerçekleştirebilir.
Hegelci Marksizmin bu görüşlerini aşağıda tartışacağız:
1. Lukacs: Diyalektik Materyalizm Sadece Bir Toplumsal Tarih Teorisidir
Lukacs ve Korsch ilk adım olarak saf doğanın varlığını inkâr ederek doğanın diyalektiğini reddetmişlerdir.
Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci’nde doğanın toplumsal ve tarihsel bir kategori olduğunu ve diyalektiğin yalnızca tarihsel bir yöntem olduğunu öne sürmüştür. Diyalektiğin “tarihten kaynaklandığını ve tarihsel sürecin kendisine içkin olduğunu” savunmuştur. “Diyalektiği mantıksal kanıtlama yoluyla gelişimin belirli bir aşamasında gözümüze çarpar hale getirebilir ve görebiliriz.”
Korsch, tarih ve doğayı aynı/özdeş dünya olarak görmüş, her ikisinin de insanın yaşam sürecinin bileşenleri olduğuna ve tüm doğal ortamların üretici güçler aracılığıyla insan yaşamına tabi olduğunu savunmuştur. Korsch a göre Diyalektik yalnızca toplumsal tarihin diyalektiğidir. Doğa, toplumsal tarih olmadan var olamaz, dolayısıyla Korsch a göre toplumsal yaşamdan bağımsız bir doğa diyalektiği yoktur.
Lukács ve Korsch a göre Materyalist Diyalektiğin Yorumu: Özne-Nesne Diyalektiği
Lukács ve Korsch, materyalist diyalektiğin temel unsurlarını “özne ile nesne arasındaki etkileşim” olarak yorumladı. Bu “özne-nesne diyalektiği” görüşünü öne sürmelerinin nedeni, materyalist diyalektiğin dünyayı değiştirmeye yönelik devrimci bir kuram olarak tarihsel misyonunu vurgulamak ve onu devrimci bir araç haline getirmenin yollarını netleştirmektir. Lukács’a göre, “diyalektik yöntem açısından merkezi sorun, gerçekliği değiştirmektir”. Bu nedenle, öznenin nesne üzerindeki etkin dönüşümünü vurgulamazsak, diyalektik, dünyanın nasıl değiştirileceğini açıklayamaz ve “diyalektik yöntem artık devrimci bir yöntem olmaktan çıkar”.
Engels ve Lenin’e Yönelik Eleştiriler
Engels’in Diyalektiği: Lukács, Engels’i şu şekilde eleştirmiştir: ‘Engels’in diyalektiği açıklamasındaki yanlış anlama iki noktadan kaynaklanır: biri, ‘Hegel’i izleyerek diyalektiğin kapsam alanını genişletmek ve doğaya uygulamak’; diğeri ise diyalektiği sadece bir gelişim ve değişim kuramı olarak görmek, ancak Engels ‘diyalektiğin temel belirleyeni olan özne ile nesne arasındaki etkileşime’ yeterince önem vermemek ve bunu açıklamamaktadır’.
Korsch’un Diyalektik Anlayışı: Korsch, temel eseri Marksizm ve Felsefe‘de, diyalektiğin ve onun yapısının ilke olarak hiçbir teorik sistemle uyumlu olmadığını ileri sürmüştür. Ona göre diyalektik, yalnızca proleter devrimin pratiğine ve bu pratiğin içkin özü olan teoriye somut biçimde uygulanabilir. Korsch diyalektiği, ülkelerin, grupların ve bireylerin devrim çağında yeni fikirler üretebileceği ve mevcut bilişsel sistemleri ortadan kaldırabileceği bir yöntem olarak görmüştür. Bu bağlamda önemli olan, sınırsız ve sürekli değişen gelişim sürecinin kendisinin sıkı şekilde kavranmasıdır.
Yansıma Kuramı:
Lukács ve Korsch, Engels ve Lenin’in yansıma kuramına da karşı çıkmışlardır. Lukács, bu kuramı eleştirirken şöyle der: ‘Birincisi, nesne durağan, değişmeyen bir şey değil, bir süreçtir; düşünme ise dinamik olarak değişen şeyleri yansıtamaz. Öznenin nesneyi kavrayışı, durağan ve sezgisel bir yansıma olamaz; bu süreç, soyut olasılıklardan somut gerçekliğe doğru bir dönüşüm sürecidir ve bu, öznenin nesneyi değiştirdiği bir süreçtir. İkincisi, düşünce ile varlık, özne ile nesne arasındaki özdeşlik, birinin diğerine “uygunluğu” ya da “yansıması” değildir; bu, karşılıklı etkileşim ve karşılıklı nüfuz etmenin tarihsel-diyalektik bir sürecidir’. ‘Düşünce ile varlık, birbirlerine ‘uygun’ oldukları ya da birbirlerini ‘yansıttıkları’ anlamında özdeş değildir; ya da birbirlerine ‘paralel’ ya da ‘uyumlu’ oldukları anlamında da özdeş değildir. Düşünce ile varlık—– bunların özdeşliği, aynı gerçekliğin tarihsel ve diyalektik sürecinin çeşitli yönleri olmalarından kaynaklanır’. Korsch ise şöyle demiştir: ‘Lenin ve izleyicileri, diyalektiği tek yanlı biçimde nesnelere, doğaya ve tarihe indirgedi. Bilgiyi, öznel bilincin bu nesnel varlık üzerindeki pasif, ayna benzeri bir yansıması olarak tasvir ettiler. Bu şekilde, varlık ile bilinç arasındaki diyalektik ilişkiyi yok ettiler ve bunun zorunlu sonucu olarak teori ile pratik arasındaki ilişkiyi de ortadan kaldırdılar’.
“Özne-Nesne Diyalektiği” Anlayışına Yönelik Eleştiriler
İdealist Yorum: Lukács ve Korsch un Marksist materyalist diyalektiğin özünü “özne-nesne diyalektiği” olarak yorumlamak idealist bir çarpıtmadır.
Öznel İnisiyatifin Abartılması: Marx ve Engels, “öznel inisiyatif” ilkesini onaylamışlardır, ancak bunun kayıtsız şartsız biçimde abartılmasına karşı çıkmışlardır.
“Alman İdeolojisi‘nde belirttikleri gibi, gerçek insan “belirli koşullar altında gelişme sürecinde olan insan” ve “ellerinde olmayan belirli maddi sınırlar, öncüller ve koşullar altında etkin olabilen” bir varlıktır. Eğer insanın öznel inisiyatifini nesnel koşullardan bağımsız olarak kavrar ve bu inisiyatifi “soyut insan”ın soyut pratik faaliyetlerine dayandırırsak, bu zamanla başarısızlığa yol açar.
Yansıma Kuramının Reddedilmesinin Eleştirisi: Lukács ve Korsch’un yansıma kuramına yönelttiği eleştiriler şu iç sorunları içerir: Materyalizm ile idealizm arasındaki temel ayrımı reddeder ve madde ile bilinç arasındaki ilişkiyi epistemolojiyi belirleyen temel sorun olarak görmez. Onun yerine, özne ile nesne arasındaki diyalektik ilişkiyi epistemolojinin merkezine koyarlar ki bu, idealist bir epistemolojidir. Yansıma kuramını sezgisel ya da mekanik bir yansıma anlayışıyla özdeşleştirirler. Oysa Lenin e göre etkin yansıma, kendi başına diyalektik bir gelişim sürecidir ve nesnel şeylerin durağan olmasını gerektirmez. Lukács ve Korsch’un yansıma kuramına yönelttiği bu eleştiriler Düşünce ile varlık arasındaki etkileşimi vurgularken, gerçekte düşünceyi varlıkla eşit bir konuma yükseltir, Marksizm’deki bilincin madde tarafından belirlenmesi yasasını reddeder ve bilincin maddeye etkisini abartırlar.
Şeyleşmenin Sorunları — Şeyleşme ve Yabancılaşma
Şeyleşme kavramı, Lukács’ın kapitalist toplumun işleyiş yasalarını açıklamasında kilit bir yere sahiptir. Lukács’ın şeyleşme anlayışı, “insanın kendi etkinliğinin, kendi emeğinin, insanın dışında, insanın denetiminden bağımsız, insan üzerinde onun dışında bir özdisiplin yoluyla egemenlik kuran ve insana karşı duran nesnel bir şey hâline gelmesidir”. Şeyleşmenin ortaya çıkışı “kapitalist fetişizm ile yakından ilişkilidir ve şeyleşme sürecini hızlandıran şey, kapitalist meta ekonomisidir”. Lukács, şeyleşmenin yalnızca meta alışverişinin toplumda egemen konumda olduğu kapitalist toplumda gerçekleşebileceğini savunur. Bu olgu nesnel ve öznel boyutlarda kendini gösterir. Nesnel boyutta nesneler dünyası insana karşıt dururken, öznel boyutta insan etkinlikleri insanın kendisine karşıt hale gelir. Kapitalist üretimin hesaplanabilirlik ilkeleri insanın iç dünyasına nüfuz ederek işçi bilincinin şeyleşmesine yol açar. Bu şekilde, insanın kendisi tamamen şeyleşmiş olur. Lukács a göre Şeyleşmiş bilincin aşılabilmesi için, Marksist bütünsellik diyalektiğiyle parçaya karşı bütünün önceliği yeniden kurulmalı ve gerçek anlamda bir sınıf bilinci inşa edilmelidir.
Lukács’ın Şeyleşme Kuramının Eleştirisi
Olgunlaşmamış ve İdealist Olması: Lukács’ın önerdiği şeyleşme kavramı yeterince olgunlaşmamıştır ve güçlü bir hümanist renk taşır bu nedenle idealizmin izlerini barındırır. Daha kapsamlı bir emek yabancılaşması kavramı geliştiren Marx bile, bu kavramı daha sonra terk ederek insan toplumunu analiz etmek için daha sistematik bir teorik sistem olan tarihsel materyalizmi kurmuştur.
Hümanist Bir Bakış Açısı: Bu kuram, insanların toplumsal yasalardan bağımsız ideal bir hâlini varsayar; yani insan etkinliklerinin ideal durumu, insanların kendi isteklerine göre toplumsal etkinliklerini özgürce yürütebildiği bir durumdur. Bu, insanı tüm toplumsal ve tarihsel koşullardan soyutlanmış bir nesne gibi ele alan tipik bir hümanist düşünce biçimidir.
Zayıf Ekonomik Analiz: Bu kuramda Şeyleşmenin nedenlerine dair ekonomik analiz oldukça zayıftır. Meta alışverişinin evrenselleşmesinin şeyleşmeye yol açtığını ileri sürer. Oysa şeyleşmenin ortaya çıkışının temel nedeni, kapitalist özel mülkiyetin kurulmuş olmasıdır. Tam da özel mülkiyetin ortaya çıkışı nedeniyle işçilerin etkinlikleri ve emeklerinin ürünleri kendilerine ait olmaktan çıkmış, bu da kapitalizmin siyasal egemenliğine yol açmıştır.
Sınıf Bilincinin Açıklamasındaki Yetersizlik: Şeyleşme kuramı, işçi sınıfının sınıf bilincinin gelişmemesinin nedenini, bilinç alanındaki şeyleşme olgusunun yaygınlığına bağlar; sanki burjuva ideolojisinin sihirli bir gücü varmış gibi….. Oysa proletaryanın sınıf bilincinin gelişmemesinin nedeni, burjuvazinin ekonomik üretimi, devlet aygıtını ve ideolojinin söylem gücünü elinde bulundurmasıdır. Bu durum, proletaryanın bir yandan özgür seçim yaptıklarına inanmalarına, diğer yandan özgürlükten yoksun kalmalarına neden olur.
Bütünsellik Görüşü
Hegelci Marksizm, Marksizmin özünün diyalektik olduğunu ve diyalektiğin merkezinde “bütünsellik” kavramının yer aldığını savunur. Hegelci Marksizme göre Marksist diyalektik, gerçek dünyanın ve tarihsel sürecin bütünsel olarak kavranmasıdır. Lukács’a göre tarih somuttur ve bütün, parçadan üstündür. Şöyle der: “Toplumsal yaşamın yalıtılmış olguları, tarihsel sürecin çeşitli yönleri olarak ele alınıp bir bütün olarak özetlenmediği sürece, bu olguların anlaşılması, gerçekliğin anlaşılması olamaz”. Olgular yalnızca bütüne olan bağları aracılığıyla açığa çıkarılabilirler. Bütünsellik, yalnızca parçaların birlikteliğinde değil, aynı zamanda değişim ve gelişmenin gerçekliğinde de yatar. Korsch da bütünsellik ilkesini vurgular; gerçek toplumun ekonomik yapı, hukuk, devlet ve ideoloji süreçlerinin birbiriyle birleşmiş bir bütünü olduğunu” savunur.
Lukács ın Bütünsellik Anlayışının Eleştirisi
İdealist Niteliği: Lukács bütünselliği diyalektiğin merkezine koymuş ve bu yaklaşım belirgin bir idealist nitelik taşımıştır.
Materyalizmin Yansıma Teorisini Reddetmek: Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci eserinde, bütünsellik perspektifinden yola çıkarak düşünce ile varlık arasındaki ilişkinin “yansıma ve yansıtılma” ilişkisi olmadığını savunmuştur. Düşüncenin zaten varlığın oluşumuna katıldığını, dolayısıyla onun bir yansıması olamayacağını ileri sürer. Bu yaklaşım, Lukács’ın bilgi kuramındaki idealist yönünü açıkça ortaya koyar.
Nesnel Olguların Önceliğini İnkâr Etmek: Lukács, bütünselliğe aşırı bir işlev yüklemiş, olguların bütünselliğe göre mantıksal önceliğini vurgularken, bilgi kuramında nesnel olguların birincil konumunu göz ardı etmiştir. Ona göre olgular nihai gerçeklik değildir; yalnızca bütünselliğin keyfi olarak bölünmüş bazı yönleridir. Bütünsel bilincin kaynağı olarak, özne ile nesnenin özdeşliğine ve tüm nesneleri “kapsayan” bir bütün haline gelen proletaryaya işaret eder. Bu şekilde, öznenin kendilik bilinci, toplumsal nesnenin bütünsel bilincine eşitlenir ve nesnel toplum, öznenin bilincinin ürünü hâline gelir ve tipik idealizm olur.
Ekonominin Önceliğini Reddetmek: Lukács’ın “bütünsellik” kavrayışı temel bir hata içerir. Kendisi de bu durumu kabul ederek, bütünsellik kategorisini onaylama çabalarının “bir tür — Hegelci — bir çarpıtmaya yol açtığını” çünkü “bütünselliğin yöntemsel merkezî konumunu, ekonominin önceliğine karşı konumlandırdığını” ifade etmiştir.
Marksist Felsefenin Temel Görüşü Olmaması: Bütünsellik görüşü Marksist felsefenin en temel ve en merkezî görüşü değildir; Marksist materyalizmin temel görüşü pratik görüşüdür. Marx, pratiğin hem bilginin nesnesi hem de doğruluğunu test eden ölçüt olduğunu savunmuştur. Ayrıca, Lukács bütünsellik diyalektiğini vurgularken diyalektiğin çelişkilerin özgüllüğü, baş ve ikincil çelişki gibi zengin içeriklerini ihmal etmiştir.
Sınıf Bilinci ve Parti
Lukács, proletaryanın özbilincinin aşamalardan geçtiğini savunmuştur: ütopyacılık (bilinçsiz aşama), kendiliğinden kitle bilinci (uyanış evresi), Menşevik Parti (kriz aşaması) ve Bolşevik Parti (bilinçli aşama). Bu ayrım, proleter devrimin anahtarının sınıf bilincinin uyanıp uyanmadığında yattığını gösterir. “Parti yüce bir rol oynar: proletaryanın sınıf bilincinin direğidir ve proletaryanın tarihsel misyonunun vicdanıdır”. Lukács’a göre, yeni proletarya partisinin ayırt edici özelliği, üyelerinin devrime adanmasını, disipline uymasını ve saf devrimci bilinç uğruna mücadelesini gerektirmesidir.
Parti ve Bilinç Anlayışının Eleştirisi
Lukács’ın devrim umutlarının tamamını, devrimci partinin devrimci bilincinin saflığına ve doğruluğuna bağlaması açıkça idealist bir yaklaşımdır. Proleter devrim siyasi mücadelesi, devrimci öncünün bilinciyle yürütülen bir mücadeleye indirgenir ve sınıf bilinci devrimin kilit unsuru haline gelir. Buna göre, devrimin başarıya ulaşıp ulaşamayacağı; devrimin zamanı, iç ve dış sınıf güçlerinin dengesi, partinin siyasi çizgisi gibi etkenlere değil, partinin devrimci bilincinin olgun ve saf olup olmamasına bağlıdır. Bu yaklaşım, devrim meselesine idealizmi sokar. Nesnel bir ölçüt bulunmadığı sürece, bu durum ancak bilincin kendi kendini doğrulamasına indirgenebilir. Bu yaklaşım, Marx’ın teorinin doğruluğunu toplumsal yaşam ve pratikle sınama etme fikrinden oldukça farklıdır.
